Coşkun Can Aktan, “Monetarizm ve Rasyonel
Beklentiler Teorisi”, İçinde: C.C.Aktan, Politik İktisat, İzmir: Anadolu
Matbaacılık, 2000.
Prof.Dr.Coşkun Can
Aktan
I. GİRİŞ
İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’ in 1936 yılında
yayınladığı "İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi" başlığını
taşıyan eserinde yer alan görüşleri uzun yıllar makro iktisat teorisinin temelini
oluşturmuştur. Keynes’ in fikirlerinden hareketle geliştirilen Keynezyen İktisat,
ekonomi politikası araçlarından özellikle maliye Politikasına ağırlık vermiştir.
Keynezyenler ekonomide ortaya çıkan sorunlara karşı maliye politikalarının
(başlıca; kamu harcamaları politikası, vergi politikası, borçlanma ve borç
yönetimi politikası, bütçe politikası v.s.) etkin olarak uygulanabileceğini
savunmuşlardır.
Keynesyen iktisat
politikalarına karşı çıkan iktisatçıların başında Chicago İktisat Okulu’ nun
kurucusu olarak kabul edilen Milton Friedman gelmektedir. Friedman 1940’ lı yılların
sonlarından günümüze değin yayınladığı bir çok eserinde müdahaleci keynesyen
maliye politikası yaklaşımını şiddetle eleştirmiştir. Friedman yaptığı
araştırmalarda üretim ve fiyatların belirlenmesinde temel etmenin maliye politikası
araçları olmadığını belirtmiştir. Friedman’ a göre enflasyon, işsizlik, bütçe
açıkları v.b. iktisadi sorunların temelinde para politikaları yatmaktadır.
Friedman’ a göre ekonomi üzerinde iktisat politikası araçlarından en etkili olanı
para politikasıdır. Özetle, Monetarizm, üretim ve fiyatların belirlenmesinde birinci önemli faktörün “para” olduğunu savunan
çağdaş iktisadi düşüncelerden birisidir.
Bu çalışmada Monetarizm ve daha sonraları bu teoriden
hareketle geliştirilen Rasyonel Beklentiler Teorisi’ nin temel esasları
incelenmektedir.
II. MONETARİZM
Monetarizm büyük ölçüde, 1976 Nobel Ekonomi Ödülü'nü
kazanan Amerikalı iktisatçı Milton Friedman tarafından geliştirilmiş bir teoridir.
Friedman, 1976 yılında “Paranın Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar” başlığı
altında, editörlüğünü yaptığı bir kitap yayınladı (Friedman: 1956). Bu
çalışma ile Friedman esasen monetarizmin temel ilkelerini ortaya koymuş oldu. İleriki
yıllarda Chicago Üniversitesi'ndeki meslekdaşları ve öğrencileri ile birlikte,
teorik görüşlerini daha da geliştirdi ve bazı ampirik çalışmalarla bu
görüşlerini doğruladı.
Monetarizm, esasen
çağdaş iktisadi sorunlardan biri olan enflasyon konusu üzerinde durmuştur. Bu
politika enflasyonun temel nedeni olarak para arzının hükümetlerce gereksiz yere ve
aşırı ölçüde artırılmasını görmektedir. Monetaristlere göre, ekonomideki
istikrarsızlıkların bir çoğu parasal kökenlidir. Bu nedenle para politikası
iktisadi sorunlara karşı diğer iktisat politikası araçlarından daha etkilidir.
Monetarizmin temel ilkelerini Friedman’ ın kendi ifadeleriyle aktarmaya çalışalım:
“ 1. Para arzındaki büyüme oranı ile nominal gelirin
büyüme oranı arasında çok kesin olmamakla birlikte bir ilişki bulunmaktadır.
2. Bu ilişki çok kesin değildir. Çünkü para arzındaki
artışların geliri etkilemesi zaman alır. Ayrıca, bunun ne kadar süreceği de belli
değildir.
3. Ortalama olarak para arzındaki artış, nominal gelirleri
yaklaşık 6 ve 9 ay arasında geçecek bir süre sonunda etkiler.
4. Nominal gelirin büyüme oranındaki artış etkisi ilk
olarak üretim üzerinde görülür. Bu daha sonra fiyatlara yansır.
5. Ortalama olarak, fiyat etkisi yaklaşık olarak 6 ve 9 ay
arasında değişen zaman boyutu içerisinde ortaya çıkar. Para arzındaki artış ile
enflasyon arasındaki toplam gecikme ortalama 12-18 ay arasındadır.
6. Para arzındaki artış ile bunun nominal gelirlere ve daha
sonra fiyatlara yansıma ilişkisi ‘çok kesin ve belirli’ değildir. Bu ilişkide bir
kayma söz konusudur.
7. Kısa dönemde (5 veya 10 ay kadar bir sürede) para
arzındaki değişmeler öncelikle üretimi etkiler. 10 ayı aşan bir sürede para
arzının büyümesi fiyatları etkiler” (Macesich, 1983: 3-4).
Monetarizm, esasen bu ilkeleri ile klasik iktisatçıların
açıkladıkları Miktar Teorisini yeniden ön plana çıkarmıştır. Bununla birlikte
monetaristler Klasik Miktar Teorisi'ni bazı yönlerden eleştirmişler ve bu teorinin
enflasyonu açıklamak için yeterli olmadığını öne sürmüşlerdir. Monetaristlere
göre, MV=PT şeklinde ifade edilen klasik miktar teorisi formülünde yer alan paranın
dolaşım hızı (V) sabit değil, aksine bazı değişkenlerin istikrarlı bir
fonksiyonudur. Friedman’ ın analizleri ile geliştirilen monetarizme aynı zamanda
“Modern Miktar teorisi” adı da verilmektedir (Bkz. Vane ve Tompson, 1979; Greenhut ve
Stewart, 1983; Savaş, 1984).
Monetaristler,
serbest piyasa ekonomisinin kendi iç dinamiği sayesinde istikrarlı bir model olduğunu
savunmakla birlikte, klasik iktisatçılardan farklı olarak ekonominin her zaman tam
istihdam düzeyinde olmayacağını kabul etmektedirler. Monetaristler, insanların daha
iyi bir iş arama veya işsizlik yardımından yararlanmaları neticesinde belirli bir
süre işsiz kalabileceklerini, böylece ekonomide her an bir “doğal işsizlik”
olabileceğini öne sürmüşlerdir. Monetarizm, esasen klasik iktisadın temel ilkelerini
aynen kabul etmekle birlikte, ondan başlıca iki noktada ayrılmaktadır:
- Klasik miktar teorisi açıklaması yetersizdir.
- Ekonomi her zaman tam istihdam düzeyinde dengede değildir;
doğal işsizlik hipotezi.
Klasik iktisat ve monetarizm arasındaki bu iki temel
farklılığa rağmen her iki teori de enflasyonun en önemli kaynağının para
arzındaki artışlar olduğunu kabul etmektedir. Monetaristlere göre enflasyonu kontrol
altına almak için en etkin araç para politikasıdır. Para arzındaki değişmeler,
para talebinden bağımsız bir şekilde para otoritesince bağımsız olarak belirlenir.
Ancak para otoritesinin bu gücünün sık sık değişen para artış hızları şeklinde
uygulanması istikrar değil istikrarsızlık getirir. Monetaristler, bu
istikrarsızlıkları önlemek için para arzının belirli bir oranda ve ekonomideki
gelişmelerle orantılı olarak kademeli bir şekilde artırılmasını önermektedir.
Bu
kısa açıklamalardan sonra şimdi monetarizmin temelini oluşturan parasal genişleme
konusunu kısaca ele almakta yarar bulunmaktadır.
A. PARASAL
GENİŞLEMENİN NEDENLERİ, ETKİLERİ VE SONUÇLARI
Parasal genişleme, hükümetlerin
merkez bankası üzerinde doğrudan ve/veya dolaylı yollardan etkide bulunarak para
arzını artırmalarıdır. Politik ve ekonomik istikrarsızlığın egemen olduğu
ülkelerde para arzının aşırı biçimde genişlemesinin temel nedeni siyasi
olgulardır. Siyasi otorite, yeniden seçilebilmek için kamu harcamalarını sürekli
olarak artırmakta, bunun neticesinde kamu kesimi finansman açıkları sorunu ortaya
çıkmaktadır. Kamunun finansman açığı ise başlıca beş ayrı yoldan karşılanmaya
çalışılmaktadır. Bunlar; vergileme, iç
borçlanma, dış borçlanma, para basma, döviz rezervlerinin kullanılmasıdır.
Kamu ekonomisinin görev ve
fonksiyonlarının genişlemesi kamu harcamalarının sürekli artması anlamına
gelmektedir. Artan kamu harcamalarına paralel olarak siyasal iktidarlar finansman sorunu
ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Kamu harcamalarının finansmanında temel kaynak
vergilerdir. Vergiler devletin en önemli finansman kaynağı olmasına rağmen bunun sınırları bulunmaktadır. Herşeyden
önce vergilerin artırılması, vatandaşlar tarafından tepki ile
karşılanabileceğinden oy kaybetmek istemeyen ve yeniden seçilebilmeyi planlayan
siyasal iktidarlar, vergileri özellikle seçim öncesi dönemlerde fazla artırmamaya
özen gösteririler. Kamu harcamalarının tamamen vergi ile finanse edilmemesi bütçe gelirleri ile bütçe harcamaları
arasındaki dengesizlik sorununu yani “bütçe açığı” sorununu gündeme getirir.
Hükümetler bütçe açığını
tamamen vergi ile finanse etmeyince, bu kez vergi-dışı finansman kaynaklarına
yönelirler. Vergi-dışı finansman kaynakları ise borçlanma ve emisyondur.
Önemle belirtelim ki, vergi
yükünün giderek artmasının ekonomi üzerinde ciddi sorunlara yol açması
kaçınılmazdır. En başta vergi yükünün artmasının toplam tasarrufları,
yatırımları ve emek arzını olumsuz etkilemesi sözkonusudur. Bu, netice olarak
işsizliğin artması, ekonomik büyüme ve kalkınmanın yavaşlaması ve
prodüktivitenin azalması anlamına gelir. Dahası, vergilerin ağırlaşması, vergi
kaçakçılığı sorununu da beraberinde getirir. Vergi kaçakçılığı, yeraltı
ekonomisinin (kayıtdışı ekonominin) genişlemesi ve devletin vergi gelirlerinin
azalması sonucunu doğurur.
Borçlanmanın da ekonomi
üzerinde olumsuz sonuçları vardır. Devletin kamu harcamalarını iç borçlanmaya
(hazine tahvil ve bono ihracı, Merkez Bankası’ndan kısa vadeli avans vs.) başvurarak
finanse etmeye yönelmesi kısa dönemde faiz oranlarını artırır. Faiz oranlarının
artması üretim ekonomisinin daralması ve yatırımlara aktarılabilecek fonların milli
gelire hiç bir katkısı olmayan rant ekonomisi içinde değerlendirilmesi neticesini
doğurur. Faiz oranlarının artması, müteşebbislerin kredi kullanma maliyetlerini
önemli ölçüde artırır. Özetle, devletin iç borçlanmaya başvurması reel sektör
üzerinde olumsuz sonuçlar doğurur. Uzun
dönemde ise gelecek kuşakların vergi yükünün artması sorunu gündeme gelir. Bu
çerçevede değerlendirildiğinde aşırı iç borçlanma reel ekonomi açısından son
derece sakıncalı bir maliye politikası aracıdır. Üstelik, kamu harcamalarının
borçlanma ile finanse edilmeye çalışılması,kamu ekonomisini adeta bir “fasit
daire” içine sokar. Zira, asıl amacı kamu harcamalarını finanse etmek olan devlet,
borçlanma ile faiz yükünü artırır ve yeniden, bu kez daha yüksek faizle
borçlanmaya başvurmak zorunda kalır.
Devletin dış borçlanmaya
başvurması sınırlı olduğu ve verimli alanlarda kullanıldığı takdirde ekonomi
açısından faydalı olabilir. Ancak giderek artan dış borçlanma kamu ekonomisinde bir
başka dengeyi olumsuz etkiler. Devletin dış borçlarının artması, dış borç faiz
yükünün artması sorununu da beraberinde getirir. Netice olarak, devletin döviz
kaynaklarının bir kısmı, dış ülkelere dış borç ana parası ve faizi olarak geri ödenmek zorundadır. Bu durumda ödemeler
bilançosunda denge bozulabilir ve açık sorunu gündeme gelebilir. Anlaşıldığı
üzere gerek iç, gerek dış borçlanma sınırlandırılmadığı takdirde ekonomi
üzerinde ciddi sorunlar ortaya çıkarabilir.
Bütçe açıklarının vergi
dışı finansman kaynaklarından bir diğeri emisyondur. Devletin merkez bankası
kaynaklarına başvurarak karşılıksız para basması ve/veya merkez bankası
avanslarını kullanması, daha sonra da bu borcun bir yasa çıkarılarak ortadan
kaldırılması ya da uzun vadeli borç haline dönüştürülmesi (konsolidasyon =
tahkim) işlemleri nihai olarak enflasyona yol açmaktadır. Iktisat biliminde para arzı
artışı ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkinin pozitif yönde olduğu pek
çok ampirik çalışma ile doğrulanmıştır. Özetle, kamu ekonomisinde hükümetlerin
para arzını artırmalarının sonucu enflasyondur.
B. PARASAL GENİŞLEME VE FİYATLAR GENEL SEVİYESİ
ARASINDAKİ İLİŞKİ
Parasal genişleme ve fiyatlar
genel seviyesi arasındaki ilişkiler literatürde Miktar Teorisi olarak adlandırılmakta
ve para teorisinin temelini oluşturmaktadır. Miktar teorisi, kısaca paranın
miktarındaki artış ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkiyi ele almaktadır. Miktar teorisi, çok basit ve anlaşılır bir
hipotezi öne sürmektedir: paranın miktarındaki artışlar fiyatlar genel seviyesini
artırır, yani enflasyona yol açar. Bunun tersi olarak paranın miktarındaki azalma, fiyatlar genel seviyesinin düşmesine,
yani deflasyona yol açar.
Bu bölümde para arzındaki
büyüme ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkileri başlıca üç alt başlık
altında inceleyeceğiz. Ilk olarak, konunun tarihsel temellerini, daha sonra teorik
temellerini ve son olarak da para arzı ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki
uluslararası ampirik araştırmaların sonuçlarını özetleyeceğiz. Bu son bölümde
ayrıca ülkemizde para arzı ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkiyi test
etmeye çalışacağız.
1. Miktar Teorisinin Doğuşu
Para miktarı ve fiyatlar genel
seviyesi arasındaki ilişkinin mevcut olduğunu ilk ortaya atan düşünürün Polonyalı
Astrolog Copernicus (1473-1543) olduğu ileri sürülür Copernicus’un Polonya
Kralı Sigismund I’in isteği üzerine para sorunlarını incelediği belirtilmektedir. Copernicus dışında konuyu inceleyenler
arasında J. Bodin, Sir W. Petty, R.D. Cantillion adlı düşünürleri de saymak gerekir.
J. Bodin (1530-1596), yayınladığı bir
eserinde sikkelerden eksiltilmiş değerli maden oranıyla fiyat hareketlerini
karşılaştırmıştır. Bodin, fiyatlardaki artışın sikke ayar bozukluğu oranından
çok daha yüksek olduğu sonucuna varmıştır. R. Cantillion (1680-1734) ise altın ve
gümüş madenlerin keşfedilmesi neticesinde para miktarının artmış olduğunu ve bunun sonucunda fiyatlar
genel seviyesinin yükseldiğini belirtmiştir. Fakat konuyu ilk kez detaylarıyla ve
açık olarak inceleyenler, klasik
liberalizmin kurucusu ve ilk temsilcileri olmuştur. Siyasi liberalizmin kurucusu olarak
kabul edilen John Locke bir eserinde para miktarı ve
fiyatlar arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamıştır (Ergin,1981: 147):
“Arz ve talep sabit iken fiyatlar
yükselirse, nedeni doğrudan doğruya para miktarındaki değişikliktir. Ancak paranın
yavaş veya hızlı el değiştirmesine göre, fiyatlar az veya çok yükselir.”
Konuyu çok açık olarak ortaya
koyan düşünürlerden birisi de D. Hume’dur. A. Smith ve diğer klasik iktisatçılar
üzerinde çok büyük etkisi olan D. Hume
(1711-1776), para miktarı ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamaktadır
(Ergin,1981: 149):
“Ingiltere’deki altın ve gümüşün beşte
dördünü bir gemiye yüklettiklerini ve gece denize açılan geminin battığını
varsayalım. Ne olacaktır? Bütün Ingiltere’nin parası bir gecede beşte dört
azalmış bulunacaktır. Dolaşımdaki para Henry VIII ve Edward VI zamanlarındaki
miktara inecektir. Fiyatlar da aynı oranda ucuzlayacaktır. Ucuzlayan Ingiliz malları,
yabancı ülkelere çok daha büyük miktarlarda satılacaktır. Yabancı malları ise,
iç piyasada pahalılıkları dolayısıyla alıcı bulamayacaktır. Dışsatım artarken,
dışalım azalacaktır. Dış ticaret, memlekete değerli maden kazandıracaktır. Altın
ve gümüş girişi para stokunu eski hacmine getirince, fiyatlar da olay öncesi düzeye
yeniden gelecektir...Bir gecede Ingiltere’deki para stoku beş kat artarsa, gelişme
ters yönde olacaktır. Iç piyasada fiyatların yükselmesi, dışalımın çoğalmasına
ve dışsatımın azalmasına yol açacaktır. Ülkeden altın çıkacaktır. Altın
çıkışları, fiyatlar başlangıçtaki düzeyine ininceye dek sürecektir. Bir ulusun
zenginliğini oluşturan, doğal kaynakları ve endüstrisidir. Ingiltere, zenginliğini
altın stokuna değil, sürüm pazarlarına borçludur. Uluslararası ticarette,
işbölümü yapılması ve serbest bir düzen kurulması, devlet müdahalesinden daha iyi
sonuç verir.”
D. Hume, para miktarındaki
artışların hemen fiyatları artırmayacağını ve bunun bir zaman gecikmesi (time lag)
ile fiyatlara yansıyacağını da ifade etmiştir. Tekrar Hume’un kendi sözleri ile
aktaralım:
“Eşya fiyatlarının yükselmesi, altın ve
gümüşün çoğalmasından ileri gelen kaçınılmaz bir sonuç olmakla beraber,
pahalılık derhal başlamaz. Önceleri, fiyatlarda bir değişiklik görülmez.
Fiyatların yükselmesi için zaman geçmesi gereklidir. Pahalılık adım adım ilerler.
Evvela bir malın, sonra bir diğerinin fiyatı zam görür. Ve sonunda bütün fiyatlar,
para miktarındaki çoğalışla aynı hizaya gelir.” (Ergin, 1981: 150)
Para
miktarı ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi ele alan düşünürlerden bir diğeri de
ünlü klasik iktisatçılardan J.S. Mill (1806-1873)’dir (Şekil III.2). Mill,
Hume’un miktar teorisi konusundaki görüşlerine katılmakla birlikte paranın dolanım
hızının da fiyatlar üzerinde etkili olacağını savunuyordu. Mill, yaptığı
açıklamalarla miktar teorisini ilk kez matematiksel
olarak formüle eden Irwing Fisher üzerinde de etkili olmuştur. Mill’in konu ile
ilgili görüşlerini kendi sözleriyle aktarmaya çalışalım:
“Eğer, satışa sunulan malların
miktarının sabit olduğunu varsayarsak, paranın değeri, paranın miktarına ve el değiştirme sayısına bağlı
olacaktır. Netice olarak, mübadeleye konu
olan malların sayısı aynı kalmakla birlikte, paranın değeri, paranın tedavül
hızı ile ters yönlü bir ilişkiye sahip
olacaktır.”
(Ekelund-Hebert, 1990: 38)
2. Klasik Miktar Teorisi
Miktar teorisinin, para arzındaki ve paranın dolaşım hızındaki değişmelerin neticesinde fiyatlar genel seviyesinin değişeceğini ifade eden bir para teorisi olduğunu yukarıda belirttik. Bir başka ifadeyle, miktar teorisi, para miktarındaki değişmelerin doğrudan doğruya fiyatlar genel seviyesindeki değişikliklere yansıyacağını ifade eder.
Fisher Yaklaşımı
Yukarıda basit geometrik yorumunu
sunduğumuz miktar teorisini ilk olarak bilimsel düzeyde incleyen iktisatçı Irwing
Fisher (1867-1947) olmuştur. ABD’de Yale
Üniversitesi’nde görev yapan Profesör Fisher, miktar teorisini ilk kez matematiksel olarak formüle eden bilim
adamıdır. Fisher dışında konuyu
inceleyen diğer iktisatçılar arasında K. Wicksell, L. Walras, A. Marshall ve A.C.
Pigou gibi iktisatçıları sayabiliriz.
Fisher’in miktar teorisi ile ilgili formülü şu şekildedir:
PT = MV + M’ V’
Yukarıdaki formülde;
M : efektif para (itibari ya da
nakit para),
M’: kaydi para,
V : Efektif (itibari) paranın
dolaşım (tedavül ) hızı,
V’: Kaydi paranın dolaşım
hızıdır.
M+M’ toplam para arzını ifade
etmektedir. Formülde P, fiyatlar genel seviyesini; T ise ticaret (işlemler) hacmini
belirtmektedir.
Fisher denklemine göre, bir
ülkede tedavülde bulunan paraların miktarı (M +M’)
ile onların belirli bir dönem içinde kaç defa el değiştirdikleri (V+V’)
çarpıldığında elde edilecek rakam aynı dönemde paranın aracılık ettiği
işlemlerle (T), bu işlemlere uygulanan fiyatların (P) çarpımına eşit olacaktır. Bu
açıklamalar çerçevesinde;
M.V = P.T özdeşliği
yazılabilir.
Fisher yaklaşımı bir özdeşlik
olarak ele alındığında, ekonomik faaliyet hacmi ne olursa olsun tanımsal olarak
geçerli olan bir gerçeği ifade etmektedir. Buna göre toplam harcamalar, bu harcamalara
konu olan mal ve hizmetlerin değerine eşittir. Fisher (1946: 124)’e göre, bir
özdeşlik ancak değişkenlerle ilgili belli varsayımlar yapıldığında davranışsal
bir ilişki (model teori) haline gelip, değişkenler arasındaki nedensellik
ilişkilerinin yönü hakkında bilgi verir. Fisher’in denklemle ilgili varsayımları
şunlardır:
· M ile M’ arasında doğru
orantılı ve istikrarlı bir ilişki vardır. Bunun temel nedeni, hane halklarının
nakit tercih oranları ile bankaların rezerv mevduat oranlarının istikrarlı ve tahmin
edilebilir oluşudur.
· V, V’ ve T kurumsal yapı
tarafından ve teknik koşullarca belirlenir. Para miktarındaki artış, bu
değişkenleri etkilemez.
· M/M’ oranı sabittir.
· Para miktarındaki artış
doğrudan doğruya ve aynı oranda fiyatlar genel düzeyini artırır. Buna göre
nedenselliğin yönü para miktarından fiyatlar genel düzeyine doğrudur. Yani denklemde
bağımsız değişken yalnızca para miktarıdır.
Cambridge Yaklaşımı
Fisher’in yukarıda
özetlediğimiz yaklaşımı daha sonra neo-klasik iktisatçılardan Cambridge Okulu’nun
kurucuları olarak kabul edilen Alfred Marshall ve Arthur C. Pigou tarafından
geliştirilmiştir.
Fisher’in yaklaşımında
bireylerin “elde tutmak zorunda oldukları para miktarı” analiz edilmektedir. Oysa ki
Cambridge yaklaşımında para, ekonomik nedenlerle elde tutulan bir aktif olarak ele
alınmaktadır. Bu anlamda Cambridge yaklaşımında “elde tutulmak istenen” para
miktarı ön plana çıkmaktadır. Bireylerin “elde tutmak istedikleri para miktarı”
ile “fiilen elde tuttukları para miktarı” biribirinden farklı olabileceğinden;
Cambridge yaklaşımı ile birlikte “parasal dengesizlik” fikri filizlenmeye
başlamıştır.
Cambridge yaklaşımında, Miktar
Teorisi;
Ms= MD = k.P.Y
olarak ifade edilmektedir. Bu
formülasyon çerçevesinde Fisher yaklaşımı ile Cambridge yaklaşımı arasındaki
diğer bir önemli
farklılık ortaya çıkmaktadır.
Fisher yaklaşımında, denklemin sağ tarafında ekonomideki
işlemler hacmi (T) yer alırken, Cambridge yaklaşımında ulusal gelir (Y) yer
almaktadır. Bunun bir sonucu olarak, Fisher yaklaşımında “paranın işlem dolaşım
hızı” söz konusu edilirken, Cambridge yaklaşımında “paranın gelir dolaşım
hızı” söz konusu edilmektedir. Cambridge yaklaşımının bir diğer farklılığı
“k” katsayısıdır. “k” katsayısı ulusal gelirin bir oranı olarak elde
tutulmak istenen para miktarını göstermektedir. Cambridge yaklaışımındaki “k”
katsayısı, Fisher yaklaşımındaki “V”’nin matemetiksel alternatifi olarak ele
alındığında iki yaklaşım arasında fark yok gibi gürünmektedir. Ancak, Cambridge
yaklaşımı Fisher yaklaşımına göre aşağıdaki farklılıklara sahiptir:
· Cambridge yaklaşımında vurgu
para arzından para talebine yönelmiştir. Bu, bakış açısındaki değişikliği
yansıtmaktadır..
· Cambridge yaklaşımı ile
birlikte parasal sorunlar “para arzı” ve “para talebi” kavramları
aracılığıyla analiz edilmeye başlanmıştır.
· En az bunlar kadar önemli olmak
üzere, Cambridge yaklaşımında yer alan “k” katsayısının, kurumsal faktörlerin
yanısıra ekonomik faktörlerden de etkilenen davranışsal bir değişken olduğu
belirtilmektedir. Ancak Cambridge yaklaşımında “k”’yı belirleyen faktörlerin
ayrıntılı bir analizi yapılmamıştır (Cargill, 1991: 492-3). Para teorisinin
gelişim sürecinde izlendiği gibi bu boşluk J.M. Keynes tarafından doldurulmuştur.
3. Modern Miktar Teorisi: Monetarizm
Modern miktar teorisi, klasik miktar teorisinin yeni bir
yorumudur. ABD’de Chicago Üniversitesi’nde görev yapan bazı iktisatçılar para
teorisine ve bu çerçevede miktar teorisine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Chicago
Üniversitesi para konusundaki araştırmaları ile tüm dünyada Chicago Iktisat Okulu
olarak adlandırılmakta ve tanınmaktadır. Bu okulun ilk temsilcileri arasında H.C.
Simons ve F.H. Knight’ı saymak gerekir. Simons ve Knight’ın öğrencisi olan Milton
Friedman ise günümüzde Chicago okulunun en tanınmış ismidir. 1976 Nobel Ekonomi
Ödülünü kazanan M. Friedman’ın para miktarı ve fiyatlar genel seviyesi üzerinde
yaptığı teorik ve ampirik araştırmalar literatürde Monetarizm olarak bilinmektedir.
Monetarizm, kavram olarak ilk, Isviçreli
iktisatçılardan K. Brunnner tarafından kullanılmıştır.
Monetarizm,
paranın miktarındaki değişmelerin, iktisadi faaliyetler ve fiyatlar genel seviyesi
üzerinde büyük etkisinin olduğunu ve fiyat istikarının sağlanması için en uygun
çözümün para arzındaki artış hızının önceden belirlenmesi ile
gerçekleştirilebileceğini savunmaktadır.
3.1. Monetarizmin Parasal İstikrarın
Sağlanmasına Yönelik Önerileri
Yukarıda belirttiğimiz gibi
Monetarizm, enflasyonun tek ve en önemli nedeni olarak para arzındaki artışları
görmekte, çözüm olarak da para arzının
bir kurala bağlı olarak her yıl sabit oranda artırılmasını önermektedir.
M. Friedman’ın ünlü, “enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir
olgudur” sözü monetarizmin temel felsefesini özetlemektedir. Friedman, bir çok
eserinde parasal istikrara yönelik önerisini yıllarca tutarlı bir şekilde
savunmuştur. Friedman, 1962 yılında yazdığı ünlü Kapitalizm ve Özgürlük adlı
eserinde şöyle yazmaktadır:
“Benim şu anki tercihim, parasal
otoritenin para stokunu belirlenen bir oranda artırmasına izin veren bir yasal
düzenlemenin yapılmasından yanadır. Para stokunun yıllık artış oranı yüzde 3 ila
yüzde 5 arasında bir oran olabilir... Önemle belirtmeliyim ki, bu önerim, paranın
yönetiminde her zaman ve sonsuza dek geçerli olacak bir kural olarak görülmemelidir.
Bizim şu an para konusundaki bilgilerimize göre en uygun kuralın bu olduğunu
düşünüyorum. Para konusunda daha fazla bilgi sahibi olduğumuz takdirde, daha iyi
kuralları da bulmamız mümkün olacaktır.” (Friedman, 1962; 54-5.)
Friedman , 1980 yılında yayınladığı bir çalışmasında aynı görüşlerini
tekrarlamaktadır:
“Sağlam para için bizim kararlı olmamız lazım.
Mevcut koşullarda en iyi çözüm; parasal otoritelerin parasal tabanın büyüme oranını sabit bir şekilde
artırmalarına izin veren öneridir.” (Friedman and Friedman, 1980: 24.)
Friedman’a göre para miktarında ılımlı büyüme öngören bir para
politikasının benimsenmesiyle parasal otorite, enflasyon ya da deflasyondan kaçınmış
olacaktır. Friedman, bir başka yazısında
ise para miktarındaki artış oranı ile ekonomik büyüme oranı arasında tutarlı bir
ilişkinin gerekliliğinden sözetmektedir. Friedman şöyle demektedir:
“Paranın miktarı ile milli gelir ve fiyatlar
arasında yakın ve düzenli bir ilişki mevcuttur. Istikrarlı bir fiyat düzeyi için
paranın miktarı, ekonomide toplam üretimdeki büyüme oranına paralel bir şekilde
artırılmalıdır.” (Friedman, 1975:
77.)
Friedman, para stokundaki
artışların konjonktüre paralel olarak
düzenlenmesi görüşünü kabul etmemekte ve bunun parasal kuralı zaman içerisinde
giderek anlamsız hale getireceğini ifade etmektedir. Friedman’a göre parasal istikrar
için ihtiyari para politikalarına son verilmeli ve sabit bir kural ile siyasi otoritenin
parasal otorite üzerindeki müdahaleleri ortadan kaldırılmalıdır. Hemen belirtelim,
savaş ve olağanüstü durumlarda Friedman bu sabit kuralın pekala değiştirilmesi
gerektiğine inanmaktadır.
Friedman, para arzının kontrolü
için en uygun parasal büyüklüğün M2 olduğunu belirtmektedir. M2 , halkın elinde bulundurduğu nakit para,
vadesiz mevduat ve vadeli mevduatın toplamından oluşmaktadır. Friedman, para arzının
kontrolünde M2’yi kullanmasının nedenini şu şekilde açıklamaktadır:
“Ampirik olarak ele alındığında M2’nin gelir
düzeyi ve temel ekonomik büyüklükleri açıklayıcılık gücü diğer parasal
büyüklüklere göre daha yüksektir. Buna ek olarak, kısa dönemde M2’de ortaya
çıkan dalgalanmalar diğer parasal büyüklüklerde ortaya çıkan dalgalanmalardan daha
küçüktür.” (bkz. Öcal vd.,1997: 459).
Günümüzde iktisatçılar
arasında para arzının kontrolünde en uygun parasal büyüklüğün hangisi olduğu
konusunda bir uzlaşmanın mevcut olmadığını belirtmekte yarar var. Aynı şekilde uygulamada da merkez bankaları
parasal hedef olarak, kimi zaman M1 ya da M2’yi, ayrıca bunların dışında parasal
taban, rezerv para ve merkez bankası parası gibi parasal büyüklükleri2 esas
almaktadırlar.
Friedman, sabit oranlı parasal
büyüme kuralı dışında parasal istikrar için aşağıdaki önerilerin de önemli
olduğunu belirtmektedir (Parasız, 1985: 481):
1.
Açık piyasa işlemlerinin yönetimi parasal büyüme kuralına uygun olarak
yürütülmelidir.
2. Merkez bankası, ticari
bankaların kendi kasasında bulunan mevduatlarına piyasa faiz oranları kadar
(örneğin, kısa vadeli devlet tahvillerine ödenen faiz kadar) faiz ödemelidir.
3. Merkez bankasının zorunlu
rezerv oranlarını değiştirme imkanı ortadan kaldırılmaldır.
Bu açıklamalardan sonra şimdi,
monetarizmin bir uzantısı olarak geliştirilen ve konumuz açısından önem taşıyan
Rasyonel Beklentiler Teorisi konusunda özet bilgiler sunmaya çalışalım.
C.
MONETARİZME YÖNELİK ELEŞTİRİLER VE STRÜKTÜRALİZM
Monetarizmin teorik çerçevesi, bazı iktisatçılar
tarafından yapılan ampirik çalışma sonuçları ile daha da güçlenmiştir.
Özellikle M. Friedman’ ın A. Schwartz ile birlikte yapmış olduğu araştırmanın
sonuçları (Friedman ve Schwartz, 1963; Friedman ve Schwartz, 1982) modern miktar
teorisinin pek çok iktisatçı tarafından benimsenmesine yol açmıştır. 1980
sonrasında monetarizmin önerilerinin pek çok uygulama alanı bulduğu bilinmektedir.
Bununla birlikte az gelişmiş ülkelerde enflasyona karşı monetarist önlemler
alınmasına karşın, bazı ülkelerde bu konuda başarılı olunamaması monetarizm
üzerinde bazı eleştirileri gündeme getirmiştir. Sadece para arzındaki artışlarla
enflasyon olgusunun açıklanamayacağını ve çözümün de sadece ekonomideki
gelişmelerle paralel bir para arzı büyümesi olmadığını savunan bazı
iktisatçılar monetarizme bir tepki olarak Strüktüralizm adını verdikleri bir görüşü gündeme
getirmişlerdir. Öncülüğünü Latin Amerikalı iktisatçıların yaptığı
strüktüralizm, enflasyonun nedenlerini ekonominin daha çok temelindeki yapısal
bozukluk ve darboğazlarda aramak gerektiğini, bu yapısal bozukluk ve darboğazlar
giderilme- dikçe, enflasyon sorununun çözümlenemeyeceğini iddia etmektedir.
Strüktüralistlere göre az gelişmiş ekonomilerin sahip olduğu başlıca yapısal
bozukluk ve darboğazlar şunlardır (Bkz. Thorp ve Whithead, 1979; Çubukçu, 1983):
1. Tarımsal Ürünler
Arzının Yeterince Esnek Olmaması: Az gelişmiş ülkelerde nüfusun büyük
çoğunluğu geçimlerini ve yaşamlarını tarım sektöründen sağlamaktadırlar. Bu
ülkelerde nüfus artış hızının yüksek olması karşısında, tarımsal ürünlere
olan talep zamanla artmakta, buna karşın tarımsal ürünler arzı buna cevap
verememektedir. Hava ve yağış şartlarının bozuk olması tarımsal ürünler arzını
önemli ölçüde engellemektedir. Ayrıca tarımsal üretimin arttırılamamasının
temel nedenlerinden biri de bu sektörün geri kalmış kurumsal yapısıdır. Daha açık
bir ifadeyle, az gelişmiş ülkelerde, tarımsal işletmelerin küçük çapta olması,
sermaye-yoğun teknolojilerin sınırlı ölçüde kullanılması, sulama, haberleşme ve
ulaşım imkanlarının kısıtlı olması vb. nedenler tarımsal üretimin
arttırılmasını engellemektedir. Tarımsal arz ile talep arasındaki dengesizliğin
talep lehine olması, sonuçta enflasyonist bir durum ortaya çıkarmaktadır.
2. Dış Ticaret
Dengesinin Sürekli Açık Vermesi: Az gelişmiş ülkelerde ekonomide
karşılaşılan bir diğer dar boğaz ve/veya yapısal bozukluk ise dış ticaret
dengesinin sürekli açık vermesidir. Bu ülkelerde, ihracat imkanlarının sınırlı
olmasına karşın, hammadde ve ara malların dış ülkelerden ithal edilmesi mecburiyeti
ödemeler dengesinde dış ticaret açığının giderek büyümesine neden olmaktadır.
Az gelişmiş ülkelerde ihracatın sınırlı olmasının çeşitli nedenleri
bulunmaktadır. Herşeyden önce, bu ülkelerin ihracat yapıları, birkaç temel maddeye
dayanmış olup çeşitlenmiş değildir. Çoğunlukla tarımsal ürünlerden oluşan bu
mallara karşı fiyat esnekliği düşüktür. Bu durumda az gelişmiş ülkelerin,
fiyatları yükselterek veya diğer ülkelerdeki gelir artışlarından yararlanarak
ihracat gelirlerini artırmaları çok sınırlı kalmaktadır. İhracattaki bu sınırlı
gelişmeye karşın, ithalat süratle artma eğilimi göstermektedir. İhracat ve ithalat
arasındaki farkın giderek büyümesi ödemeler dengesinde kronik açıklara neden
olmaktadır. Bu durum; ithalat kapasitesini sınırlandır- makta, ithalatın
yasaklanması veya kontenjan uygulanması ise ithal malların yurtiçi fiyatlarını
artırarak, enflasyonist bir baskı oluşturmaktadır.
Strüktüralistlere göre, az gelişmiş ülkelerin
enflasyondan kurtulabil- meleri için dış ticaret alanındaki bu yapısal bozuklukları
gidermeleri gerekir. Bunun için de ihracatın çeşitlendirilmesi ve artırılması,
ithalat kapasitesinin düzenli ve ekonomik büyümeye katkıda bulunacak şekilde
kullanılması, ithalatı ikame edici sanayilerin geliştirilmesi ve geleneksel ihraç
mallarının dışındaki malların ihracını teşvik edecek bir döviz kuru uygulaması
gereklidir.
3. Ekonomik Kurumların
Yetersizliği: Yukarıda açıklanan darboğaz ve/veya yapısal bozukluklar yanında,
diğer bazı faktörler de az gelişmiş ülkelerin fasit daireden çıkmalarını
engellemektedir. Bürokrasi, sermaye piyasasının gelişmemiş olması, bazı
sektörlerin monopolcü yapısı, kredi ve banka sisteminin yetersizliği, üreticiler
karşısında tüketicilerin örgütlenmemiş olması vb. faktörler mevcut
darboğazların daha da genişlemesine neden olmaktadır.
Özetle Strüktüralizm, daha önce de belirttiğimiz gibi az
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde devletin düzenleyici ve teşvik edici bir rol
oynaması gerektiği önerisinde bulunmaktadır.
ABD’ de Chicago Üniversitesi'nde Friedman ve öğrencilerinin
klasik miktar teorisini yeniden yorumlayarak enflasyon sorununa önerdikleri yeni
çözümler dışında, yine aynı üniversitede çalışan ve esasen Friedman’ ın
öğrencileri olan bir grup iktisatçı, enflasyon konusunu değişik bir açıdan ele
aldılar. Rasyonel Beklentiler Teorisi (Rational Expectations Theory) adıyla iktisat
literatürüne giren bu görüş, klasik iktisadın temel ilkelerini aynen benimsemiştir.
Rasyonel beklentiler teorisi ilk olarak 1961 yılında J.
Muth’ un “Rasyonel Beklentiler ve Fiyat Hareketleri Teorisi” adıyla yayınlamış
olduğu makalesi ile ortaya çıkmıştır (Muth, 1961). Muth, yayınladığı bu
çalışmasında enflasyonist dönemlerde ekonomik birimlerin “uyumcu beklentiler” (adaptive expectations)'den
ziyade , “rasyonel beklentiler” (rational expectations)’ e sahip olduğunu
açıklamıştır. Muth’ un bu makalesi daha sonraki yıllarda Chicago
Üniversitesi'ndeki bazı iktisatçılarca bir anlamda tekrar gündeme getirilmiş ve
teori daha da güçlendirilmiştir. 1970’ li yılların sonlarına doğru
öncülüğünü R. Lucas, T. Sargent ve N. Wallace’ nin yaptığı bazı iktisatçılar
rasyonel beklentiler üzerine önemli çalışmalar yayınlamışlardır (Bkz: Lucas ve
Rapping (1969); Sargent (1976); Kantor (1979)).
Rasyonel beklentiler teorisinin iktisat bilimine getirdiği
yenilik “beklentiler” konusunda olmuştur. Esasen, iktisat teorisinde beklentiler
konusu, ilk kez Cobweb teorisinde (örümcek ağı teorisi) incelenmiştir. Bu teori
özellikle, tarımsal ürünlerin arzının, bu ürünlere olan talepteki beklentilere
göre gerçekleşeceğini açıklamıştır. Ayrıca, beklentiler konusu, rasyonel
beklentiler teorisyenlerinden önce Keynesyenler ve daha sonra Monetaristler tarafından
da incelenmiştir. Gerek Keynesyenler ve gerekse Monetaristler, fertlerin genel fiyat
seviyesindeki değişmeleri önceden tahmin etmede “Uyumcu Beklentilere” sahip
olacaklarını belirtmişlerdir. Uyumcu beklentiler teorisine göre gelecekteki fiyat
seviyesi önceki dönem(ler)deki fiyatların seviyesine göre belirlenir. Bu teoriye göre
özellikle son dönemdeki fiyatlar genel seviyesi ortalaması, gelecekteki fiyatların
tahmin edilmesinde önemli rol oynar. Örneğin, enflasyon oranı önceki yıl % 20 ise,
bireyler cari yıl enflasyon oranının da % 20 olacağını beklerler. Eğer cari yıl
içerisinde enflasyon oranı artarsa (azalırsa) bireyler sonraki yıldaki enflasyon
oranının da artacağını (azalacağını) tahmin ederler ve davranışlarını buna
göre ayarlarlar (Ekelund ve Tollison, 1986: 687-688).
Rasyonel beklentiler teorisi ise bireylerin uyumcu (adaptive) değil “rasyonel” (rational)
beklentilere sahip olacaklarını ve bu nedenle iktisat politikası uygulamaları
karşısında derhal aktif bir tavır alıp, bu politikaların beklenen sonuçlarını
değiştireceklerini öne sürmektedir. Bu teoriye göre bireyler, iktisat politikası
uygulamaları ve bu uygulamaların yaratacağı etkiler konusunda tam bir enformasyona
sahiptirler ve dolayısıyla sistematik bir hata yapmaları söz konusu olamaz. Kısaca,
fertlerin rasyonel hareket etmeleri sonucunda, iktisat politikası kendinden beklenen
etkileri yaratamaz. Rasyonel beklentiler teorisi taraftarlarına göre; devlet, kısa
dönemde dahi, vergiler, kamu harcamaları ve para arzı gibi araçları kullanarak,
üretim, istihdam, fiyat istikrarı vb. ekonomik değişkenler üzerinde etkili olamaz. Bu
bakımdan “aktif” iktisat politikaları yerine “istikrarlı” politikalar
kullanmalıdır. Bu teoriye göre, devlet sadece oyunun kurallarını belirlemeli; fertler
de, hangi imkanların kendilerine açık olduğunu bilip kararlarının muhtemel
sonuçlarını önceden kestirebilmelidir. Örneğin; vergi politikası ve kamu
harcamaları politikası ile ilgili kararlar önceden belirlenmeli ve sık sık
değiştirilmemelidir. Politika değişiklikleri zorunlu olduğu zaman ise, bu
değişiklikler yavaş yavaş yürürlüğe konulmalıdır (Savaş, 1984; 226-244).
Rasyonel beklentiler teorisine göre ekonomide para arzı
artırıldığı zaman, bireyler bunun belli bir dönem sonra fiyatlar genel seviyesi ile
birlikte nominal faiz oranını da yükseltebileceğini tahmin edebilirler. Bireyler para
arzının enflasyonist bir etki yaratacağını bildikleri için buna karşı rasyonel
davranışlarda bulunacaklardır. Örneğin, işçiler nominal ücretlerin enflasyon
oranında artırılmasını isteyeceklerdir. İşçilerin bu taleplerinin işverenler
tarafından kabul edilmesi ihtimali yüksektir. Zira, işverenler de fiyatlar genel
seviyesinin artmasının kendi karlarını arttıracağını önceden “rasyonel” bir
şekilde tahmin edebileceklerdir. Sonuç olarak, para arzının arttırılması reel milli
gelir ve istihdam düzeyinde önemli bir değişiklik yaratmayacak sadece enflasyonist bir
etki doğuracaktır. Dahası, ücret artışları ile fiyat artışları birbirini
kovalayacaktır. Bu durumu şekil yardımıyla açıklamaya çalışalım (Ekelund ve
Tollison, 1986; 689)
Şekil-1: Para
Arzının Büyümesi ve Rasyonel Beklentiler
Ekonomide para arzının artırılması toplam talep
seviyesini AD0 düzeyinden AD1 düzeyine kaydırarak sonuçta fiyatların P0 düzeyinden
P1'e yükselmesine neden olur. Rasyonel beklentiler teorisine göre, uzun dönem toplam
arz eğrisinin (LRAS) inelastik olduğu
varsayılmaktadır. Bunun nedeni, yukarıda da belirttiğimiz şekilde, para arzının
artırılmasının uzun dönemde reel üretim ve istihdam üzerinde etkili
olmayacağının kabul edilmesidir. Rasyonel beklentiler teorisi, ancak toplumun
beklemediği anlarda ve beklemediği şekillerde uygulanacak bir politikanın çok kısa
sürede etkili olacağını, zaman içerisinde bireylerin enformasyonu takip ederek
beklentilerin değiştirmeleri halinde ise politikaların tekrar etkisiz kalacağını
öne sürmektedir.
Yukarıda kısaca özetlediğimiz hipotez, bazı yönlerden
eleştirilere uğratılmıştır. Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Kenneth J. Arrow teoriyi
başlıca şu açılardan eleştirmiştir (Kantor, 1979; 1430-31):
1. Rasyonel beklentiler tezinde ekonomik birimler ekonominin
gelecek dengesini analiz etme yeteneğine sahip, süper istatistikçiler olarak kabul
edilmektedir.
2. Ekonomide menkul kıymetler piyasası etkin olarak
çalışırken, mal ve emek piyasaları bu düzeyde etkin olmayabilir. Aksine bunun tam
tersi de olabilir. Arrow’ a göre fiyat beklentilerine ilişkin tahminler çoğunlukla
sermaye birikimi konusundaki kararlar için doğrudur. Sermayenin akışına ilişkin
kararlarda ise fiyat beklentileri önemli hatalar içerebilir. Hisse senetlerindeki fiyat
dalgalanmaları buna bir örnek teşkil etmektedir.
Bu kısa araştırmada Chicago iktisat okulunun öğretileri
olarak kabul edilen Monetarizm ve Rasyonel Beklentiler Teorisi’ nin temel esasları
özetlenmiştir. Özellikle 1980’ li yılların başlarından itibaren dünyada adından
sıkça söz ettiren Monetarizm, özü itibariyle klasik politik iktisadın para teorisi
alanındaki görüşlerinin yeniden yorumlanması- dan başka bir şey değildir. Bir başka ifadeyle, Monetarizm, klasik miktar
teorisinin yeni ve modern bir yorumudur. Bu nedenle monetarizme aynı zamanda Modern
Miktar Teorisi adı da verilmektedir. Rasyonel Beklentiler ise Monetarizm’ den hareketle
geliştirilmiş bir teoridir. Bu teorinin iktisat bilimine getirdiği katkı ve yenilik
“fiyat beklentileri” konusunda olmuştur.
AKTAN, Coşkun Can, Utku Utkulu ve
Selahattin Togay., Nasıl Bir Para Sistemi? İstanbul: İMKB Yayını, 1998.
ÇUBUKÇU, Tuğrul;
Enflasyon Teorisi ve Türkiye’ de Enflasyon, Ankara: HU. İİBF Yayını, 1983.
EKELUND, Robert B. ve Robert D. Tollison, Economics, Boston:
Little, Brown c, 1986.
FRIEDMAN, Milton, Studies in the Quentity Theory of Money,
Chicago: University of Chicago Press, 1956.
FRIEDMAN, Milton ve Anna J. Schwartz, A Monetary History of
the United States (1867-1960), Princeton: Princeton University Press, 1963.
------------------, Monetary Trends in the United States and
United Kingdom Chicago: University of Chicago Press, 1982.
FRIEDMAN, M. (1962), “Should There
Be An Independent Monetary Authority”, L.B.Yeager (Ed.), In Search of Monetary Constitution içerisinde,
Harvard University Press, Cambridge.
FRIEDMAN, M. ve R. Friedman (1980), “The Tide is Turning”, P. Duignan ve A. Rabushka (Eds.), The United States in the 1980’s içerisinde,
Hoover Institution, Stanford, 3-30.
FRIEDMAN, M. (1975), “The Case for
A Monetary Rule”, M. Friedman, An Economist’s Protest içerisinde, Thomas
Horton, New Jersey.
GREENHUT, M.L. ve Charles T. Stewart, From Basic Economics to
Supply-Side Economics, New York: University of Press of Amerika, 1982.
GWARTNEY, James D. Ve Richard Stroup (1980), Economics-Private
and Public Choice, 2nd Ed. New Year: Acedemic Press.
KANTOR, Brian, “Rational Expectations and Economics
Thought”, Journal of Economics Literature Vol 17, (Dec. 1979), pp, 1422-1441.
LUCAS, Robert E. Ve Leonard A. Rapping, “Price Expectations
and the Philips Curve”, American Economics Review vol 59, No 3, June-1969.
MACESICH, George, The Politics of Monetarizm – Its
Historical and Institutional Development – New Jersey: Rowman and Allaneld, 1984.
MUTH, John F. (1961), “Rational Expectations and the Theory
of Price Movements” Econometrica, July 1961, Vol 29, No 3, pp, 315-335.
ÖÇAL, T., F. ÇOLAK, S. TOGAY ve
K. ESER (1997), Para
Banka: Teori ve Politika, Gazi Kitabevi,
Ankara.
SARGENT, Thomas, “Rational Expectations and the Theory of
Economic Policy”, Journal of Monetary Economics, April-1976. Vol 2, No 2, pp, 169-183.
SAVAŞ, Vural, Keynezyen İktisat Yıkılırken, İstanbul:
Fatih Yayınevi Matbaası, 1984.
THORP, Rosemary ve Laurence Whitchead, Inflation and
Stabilization in Latin America New York: Holmes-Meier Publ, 1979.
VANE, Howard ve
John Thompson, Monetarism – Theory- Evidence and Policy, Wiley: 1979.
2 Parasal büyüklüklerin tanımı ülkeden
ülkeye değişmektedir. Ülkemizdeki tanımları kısaca belirtmekte yarar vardır.
Parasal taban, rezerv para ile açık piyasa işlemleri toplamına eşittir. Rezerv para;
emisyon, bankalar zorunlu karşılıkları, bankalar mevduatı, fon hesapları ve banka
dışı kesimin mevduatı toplamına eşittir. Merkez
bankası parası ise parasal tabana, kamu kesimi mevduatının eklenmesi suretiyle
hesaplanmaktadır.