EVLAT ÜZERİNE

 

 

Dünyadaki hiç bir şey evlattan  daha tatlı değildir...

Hiç bir şey ama hiç bir şey evlat kadar güzel değildir...

Hiç bir koku evlat kokusu kadar güzel değildir... Evlat kokusu cennet kokusudur derler....

Evlat insanın gözünün bebeğidir...

Meğer Can'dan öte bir Can daha varmış ve onun adı evlat'mış....

Evlat böyle bir şeydir işte...

Evlat candır...  Yüreği yaşatan heyecandır...

Evlat hayattır... Hayatın anlamıdır, manasıdır...

Hayattaki tek en değerli ve en özel varlıktır...

Gözümüzden sakındığımız...

Arkasından baktığımız...

Geceleri uykusuz kaldığımız...

Okşamaya doyamadığımız...

Ağlamasına dayanamadığımız...

Hasretinden yanıp tutuştuğumuz...

İçimizden ve aklımızdan hiç ama hiç çıkaramadığımız...

Evlat  işte böye bir şeydir...

HAYIRLI EVLAT  :: HAYIRSIZ EVLAT

 

Güzeldir, güzel olmasına ama!

Bir hayırsız evlat ana-babaya büyük bir acıdır, hüzündür ve yüktür...

"Allah hiç kimseye hayırsız bir evlat vermesin..." sözü o kadar ağır ve hüzün dolu bir yakınmadır ki!

Derler ya, bir anne on çocuğa bakar da on çocuk bir anneye ya da babaya bakmaz, bakamaz!...

Acı ama gerçek!...

Ve anne yine evladı için duasını eksik etmez:

"Ayağı taşa değmezsin... Allah kanatlarının altına alsın... Allah daima yanında olsun..."

Anne yüreği böyledir işte...

Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun O  sevgi ve merhamet dolu anne yine de hayırsız evladına sahip çıkar, varını yoğunu verir, korur ve gözetir...

Sadece anne deyip de babalara haksızlık etmeyelim... Anne ve baba birlikte evlatları için her şeyi yapar...

***

Ben derim ki, kimse büyük konuşmasın!

Beş parmağın beşi de bir olmaz!

Hayırlı evlat da olur, hayırsız evlat da olur!...

Aile eğitimiymiş, terbiyeymiş, yetiştirmekmiş, öğretmeymiş, disiplinmiş, sevgi ile yoğurmakmış, korku ile dize getirmekmiş hepsi boş!

hAYAT ve hAKİKAT bana , size ve hepimize şunu mutlaka öğretir!...

Bu bizim irademiz ötesi bir şeydir!...

Evladımızın halet-i ruhiyesini dizayn edemeyiz biz!...

Eğitimle, aile terbiyesi ile, displinle bir yere kadar!

Sadece O yere kadar!...

Sonrası bizim irademiz ve gücümüzün ötesindedir...

O zaman kalk-otur şunu diyeceğiz:

 

EVLAT YETİŞTİRİRKEN...

 

Aman ha! Evlat yetiştirirken dikkan edin!...

El-bebek, gül bebek!...

Sakın ha!...

Minicik ellerinden tutun ki hayata tutunsunlar!... Elbette doğrudur...

Ama evladınız büyüdükçe bunu yapmayınız!...

Ona iyilik yapacağınıza kötülük yaparsınız...

Bir popüler şarkı sözlerini hatırlatın... ve siz  söylendiği gibi yapmayın:

El bebek gül bebek seni şımartmışlar
Yerlere göklere sığdıramamışlar

 

Bırakın çocuklar Montaigne'nin dediği gibi büyüsün...  Bilir misiniz, Montaigne doğduğunda zengin ve asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Babasının ilginç bir fikri üzerine bebek Montaigne süt annesi yerine orman köylülerine verilmiş...  3 yaşına kadar Fransızca'dan çok Latince konuşan, her zaman müzikle gıdasını alsın diye keman ve flüt çalınarak uyandırılan bir ortamda büyümüş Montaigne...

Tamam canım siz babasının dediği gibi yapmayın, Montaigne'nin dediği gibi yapın!...

"Bırakın, çocuklarınız halkın ve doğanın yasaları içinde büyüsün; aç kalmasını, güçlüğe göğüs germesini öğrensinler, hayatın çetinliği onlar için gittikçe çoğalmasın, azalsın.”

Michel de Montaigne

 

***

İBRETLİK BİR HİKAYE

kör bir annenin evladına mektubu...


Annemin sadece bir gözü vardı. Öteki gözü çukurdu, yani yeri boştu. Devamlı, ince sarı bir su akardı. Bu haliyle gören çocukların çığlık atarak kaçıştıklarına çok şahit olmuştum. Onun bu çirkin görünüşünden nefret ediyordum, tiksiniyordum. Çünkü bu durum beni arkadaşlarımın yanındayken utandırıyordu.

Babam, ben daha küçükken bir kazada öldüğünden, ailemizi geçindirmek de anneme kalmıştı. Bunun için evlere temizliğe gidiyordu. İlkokulda iken bir gün beslenme çantamı unutarak mektebe gitmiştim. Annem bana "kurabiye" getirmişti. Sanki, yerin dibine geçmiştim. Keşke aç kalsaydım da onu mektepte görmeseydim! Bunu bana nasıl yapabilirdi? Onu görmezden geldim, ona nefretle bakarak oradan kaçtım.

Ertesi gün sınıfta bir arkadaşım bana "senin annenin sadece bir gözü var. Diğeri ne biçim!" dedi. Çocuklar da bu lafa gülmüşlerdi. O anda yerin dibine girmek ve de annemin ortadan kaybolmasını çok istemiştim. Bu yüzden, o akşam eve gidince "Beni gülünç duruma düşüreceğine, ölsen daha iyiydi" diye öfkelendim.

Annem bir şey demedi. Sadece, yaş dolan tek gözüyle bana biraz baktı ve sessizce uzaklaştı, gitti. Dediklerim hakkında bir saniye bile düşünmemiştim, çünkü çok kızmıştım. Onun iç dünyası ise, beni hiç alakadar etmiyordu.

Aradan seneler geçti. Tek başıma çok çalıştım, kendime yeter oldum, sonunda İstanbul'a okumaya gittim. İyi bir tahsil yaptım, işe girdim ve bir süre sonra da evlendim. Birikimime borç ekleyerek kendime bir ev aldım. Daha sonra çocuklarım oldu ve hayatımdan memnundum. Beni her zaman utandıran annemi çoktan unutmuştum.

Nereden bulmuş, nasıl etmiş bir gün annem bizi ziyarete geldi. Öyle ya, kaç senedir biricik oğlunu görmemişti. Zili çalınca, çocuklarım kapıya koşuştu, karşılarında pejmurde ve tek gözlü bir ihtiyar kadın görünce birden korktular, sonra da güldüler. Bu arada ben de gelmiştim. Çocuklara "Bu gelen yabancı değil, babaanneniz" diyemedim. İçeri girmesine izin verdim lakin tepem de atmıştı. İlk fırsatta ona:

"Evime böyle acayıp kılıkta gelip çocuklarımı nasıl korkutabilirsin? Buradan uzaklaş, hemen git!" dedim.

Bu sert çıkışıma tek gözünden seller gibi yaş akıtan annem, kısık bir sesle "Kusura bakmayın, ben yanlış adrese geldim galiba!" dedi ve çıktı-gitti. Öyle şartlanmıştım ki hiç aldırmıyordum.

Aradan yine uzun bir zaman geçmişti. Bir gün memleketten "mezunlar toplantısı" için bir mektup aldım. Karıma "iş seyahatine gidiyorum" diye bahane uydurup doğduğum şehre gittim. Mezunlar toplantısından sonra, birden aklıma düştü. Sadece meraktan eski evime gittim. Eski komşularımıza sorduğumda, "annemin öldüğünü" söylediler. Önce biraz sevinç duyar gibi oldum ama içimde bir burukluk ve sızı hissettim. Ben şaşkınca beklerken, "bana verilsin diye annemin bir mektup bıraktığını" söylediler.

Aceleyle açtım ve okumaya başladım:

"Ey sevgili biricik oğlum... Canım evladım. Her yerde, her zaman hep seni düşündüm. Senin için ağladım, senin için güldüm. Uzaktan, yakından hep takip ettim, dişimden tırnağımdan artırdıklarımı, bütün kazandıklarımı sana gönderdim. Belki burs diye eline geçmiştir. Olsun, sana ulaştı ve ihtiyaçlarını giderdin ya bu da yeter.

Ana yüreği hasretle kıvranıyordum. Ne edip ettim adresini buldum. İstanbul'a gelip çocuklarını korkuttuğum için çok üzüldüm. Mezunlar gününe çağrıldığını duydum ve geleceksin diye çok sevindim, hasretle bekledim. Ama "seni görmek için yataktan kalkabilir miyim" diye çok düşündüm. Seni büyütürken, 'tek gözümle' sürekli bir utanç kaynağı olduğum için de üzgünüm. Biliyor musun biricik oğlum, canım evladım?

Sen küçücükken, babanla birlikte bir kaza geçirmiştin. Baban öldü fakat sen, bir gözünü kaybetmiştin. Bir anne olarak, senin tek bir gözle büyümene dayanamazdım. Bu yüzden, babandan kalan tarlayı satarak, ameliyat masraflarına yatırdım. İşte, şimdi o yeri boş olan gözüm var ya, onu sana vermiştim. "O gözle, biricik oğlum görüyor ya..." diye çok mutlu oluyordum. Ana yüreği ya oğul, sana 'sen benim gözümle görüyorsun 'diyemedim.

Muvaffakıyetlerinden dolayı seninle o kadar gurur duyuyordum ki, bu bana yetiyordu. Her şeye rağmen, sen benim oğlumsun... Ben gülmesem de sen huzurlu ol, sen evlatlarınla rahat et, o da bana yeter oğlum. Bu mektubu okuduktan sonra da kavi ol, eskisi gibi dik dur oğlum. Sakın üzülme, Sen üzülürsen ben daha fena olurum. Senin mutlu olman, huzurla yaşaman, benim yaşamam demektir.

Ben annelik hakkımı can-ı gönülden helâl ettim. Gönlün ferah olsun yavrum. Bütün muhabbetlerimle gözlerinden öperim, o koklayamadığım torunlarımın da..."


Annen