YAŞLILIK :: İHTİYARLIK :: HUZUR EVİ

 

 

Huzur Evi değil!

Hüzün Evi, orası...

Hüzün Evi...

Ruhsuz binanın merdivenlerinden içeri girdiğinizde derin bir hüzün kokusunun her yeri kapladığını hemen hissedersiniz…

Hayatın ağır çilelerinden kalma derin çizgiler taşıyan yaşlı insanlar görürsünüz koridorlarda…

Alnı kırışmış, beli bükülmüş bir teyze oturuyor kanepede…

Yorgun bir beden uzanmış yatağa ve bakıyor sürekli tavana…

Feri tükenmiş, yok olmuş bir çift göz bakıyor size…

Titrek bir sesi ile konuşuyor elleri titreyerek…

Gözyaşları gözünün içinde bir yerde hazır bekliyor… Arada bir damla gözyaşı süzülüyor aşağıya… Elinde hazır bekleyen peçete… Siliyor gözyaşını…

Adeta bir hüzün kelepçesi ile dolaşıyorlar hüzün evinin koridorlarında ve bahçesinde…

Adeta bir mahkum gibi o ruhsuz bina içerisinde bir baştan diğer başa...

Hüzünle birlikte yavaş yavaş yürüyorlar...

Zaman geçmek bilmiyor…

Hüzün dinmek bilmiyor…

“Bir avuç toprak…” feryadı sessizce çınlıyor her yürek içerisinde…

“Bir avuç toprak…”

Tanrıya yalvaran sesler yankılanıyor duvarlarda gecenin sessizliğinde…

“Bir avuç toprak…”

***

Hepsinin ayrı bir hikayesi var… Her bir hayat ayrı bir hüzün…

Bir de ortak hikayeleri var…

Atılmışlar!

Bir evladından diğerine; ondan da bir diğerine pin-pon topu gibi yuvarlanmışlar önce…

Oradan oraya!...

Hiçbir yere sığmamışlar…

Bakmamış hiçbir evladı!...

Bakmak isteyenin de evinde  huzursuzluk kaynağı olmuş yaşlı kadın!...

Evladının yuvası yıkılsın istememiş…

“Yavrum beni bir huzur evine yatırır mısın?” demiş evladına…

“Olur mu hiç öyle anne…” demiş evlatları koro halinde…

Sonra bir süre daha pin-pon topu gibi savrulmuş oradan oraya…

Sonunda yer bulunmuş:

Huzur Evi…

Hepsi toplanmış ve annelerini  huzur içinde Huzur Evine teslim etmişler…

Herkes huzura ermiş!

Arada-sırada, bayramda geliyorlar annelerini ziyarete…

***

“Burası huzur evi değil evladım… Burası hüzün evi…Evimi çok özledim evladım…. Kocamı özledim… Evlatlarımı özledim… 'Sizlere yük olmayayım dedim'  çocuklarıma… 'Beni bir huzur evine yatırın…' dedim… Sonra da beni buraya getirdiler….  Bir avuç toprak istiyorum evladım… Başka da bir şey istemiyorum Allah’tan…. Kocamın mezar topraklarında uyumak istiyorum evladım… Başka da bir şey istemiyorum Rabbimden...

***

Ne oldu bize? Ne oldu insanlığımıza?

Ne oldu değerlerimize?

Eskiden böyle miydi?

“Annem huzur evinde….” demeye utanırdık… Yapmazdık böyle bir şey.. Yapamazdık…

Onlar bizim evimizin “bereketi” anne ve babalarımız…

Onlar bereket...

Onlar evimizin üzerindeki  bela ve lanetlerin sigortası...

Onlar torunlarını sevmeye hasret anne ve babalarımız…

Onlar yardıma muhtaç anne ve babalarımız…

Doğduğumuz günden itibaren nasıl baktılar bize… Gözünden esirgemediler… Yemediler-içmediler… En güzelini, en iyisini bize aldılar… Okuttular.. Evlendirdiler… Yıllarını bize harcadılar…

Ve biz evimizin bereketi olacak anne ve babalarımızı bu hüzün evine terk ettik…

Utan ey hayırsız evlat utan!,

Yerin dibine gir de utan!

Mazeret bulmadan git aynaya bak da utan!

Evin de yıkılsa, ocağında sönse! Anne atılır mı? Baba atılır mı?

Bil ki bu ahlar seni de bir gün bulur!...

O zaman ah edersin.. İş içten geçmiş olur…

 

BİR HÜZÜNLÜ HİKAYE

 

Buz gibi odalarla dolu kocaman binalar diktiler ülkeme. İçine ömürlerinin son demlerinde olan anneleri, babaları doldurdular. Adına huzur evi dediler. Oysa huzur hiç uğramadı oraya. Eskiden yaşlılarımızı kapatmazdık başka yerlere. Onların yüzü suyu hürmetine belalar def oluyor der, onları nimet bilirdik. Boyunlarını bükük bırakmazdık.

Dışarıdan huzurlu gibi görünen, bu sessiz sakin binalarda, ne fırtınalar kopuyor kimbilir. Kaç anne anlatmak, haykırmak istedi duygularını, kaç anne yazmak istedi bilinmez. O annelerin adına yazdım bu satırları. Bu mektup huzursuz odalardaki yüreği yorgun annelerin sessiz çığlıklarıdır….

Takvime baktım da 5 sene olmuş buraya geleli. Nasıl geçti o 5 sene bir de bana sor. Çok bakmıyorum takvimlere. İçim sıkılıyor, zaman geçmiyor. Eskiden su gibi akıp geçiyor zaman derdim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Demek insan mutluyken çabuk geçermiş zaman. Hapishanedekileri şimdi daha iyi anlıyorum. Beni buraya bıraktığın gün anneler günüydü hatırlıyor musun? O günden beri anneler günü denen gün benim için daha da bir anlamsızlaştı. Her sene bugün anne olmak ayrı bir acı veriyor bana…
Sen küçük bir çocuktun daha. Hiç bir yere bırakmazdım ben seni, öyle savunmasız, öyle masumdun ki, kimselere güvenip yollamazdım. Yanımdan hiç ayırmazdım. Şimdi beni nasıl olupta tanımadığın insanlara teslim ettiğini düşünüyorum. Gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Yıpranmış, işe yaramaz. Kırgınlık mı? Belki, kırgınım biraz…

Geçen gün eski komşumuz Mevlüde teyzenin kızı Şükran geldi. Yolda görmüş seni. “Neden bıraktın anneni” diye sormuş sana. “Kendisi istedi” demişsin. “Maaşıda var bakıyorlar, yeri sıcak, her işi görülüyor içim rahat” demişsin. Kendim istemiştim evet, bazen naz yapma kabilinden ” Yaşlanınca huzurevine gönderin beni, kimseye yük olmak istemem” derdim. Ama içten içe hiç konduramazdım bu durumu, ne kendime, ne sana. “Bırakmaz beni bir yere” derdim. Tıpkı küçükken benim seni bırakmadığım gibi, beni hiç bırakmazsın sanırdım.

Yaramaz bir çocuktun sen. Yerinde duramayan serseri bir mayın gibiydin.Kaç kez ısırdım dudaklarımı sana bağırmamak için, kaç kez sıktım yumruğumu vurmayayım diye. Ama hiç vurmadım sana, hiç kırmadım kalbini… Komşulardan biri sana “çok yaramaz” dedi diye aylarca onun yüzüne bakmamıştım. Kimse laf söylemesin, incitmesin isterdim. Tahammül edemezdim sana dikilen sert bir bakışa bile…

Geçen gün bana “bunak kadın” dedi bakıcının biri. Hasta bezini lavaboda unutmuşum. Arada oluyor tutamıyorum diye vermişlerdi. Diğerleride duydu ya, nasıl utandım bir bilsen… Daha ne laflar söylüyorlarda dilim varmıyor söylemeye. Kırar mıyım, incitir miyim diye kim düşünüyor ki? Çok hassastım eskiden bilirsin, çabuk alınırdım. Hem benden titizi mi vardı? Kimselerin işini beğenmezdim. Şimdi yemek yerken bile yoruluyorum,üstüme döküyorum. Bazen yatarak kılıyorum namazlarımı. Secdeye başımı koyup uzun uzun öylece kalmayı ne çok özledim…

Yaşlansam da geleceğe dair umutlar besliyordum buraya gelmeden evvel. Evladımı büyüttüm nasıl olsa, artık yorgunluklar biter, ben rahat otururum torunlarımı severim, sen sorarsın “anne ilacını getireyim mi, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye. arkama yastık koyarsın, kesemediğim tırnaklarımı sen kesersin sanıyordum. Şimdi çoğu kez tırnaklarımı keserken kanattıklarını bilmezsin tabi…

Gerçi benden daha beterleride var burada. Emine Bacı vardı mesela. Köyden gelmişti. Bir ay kadar oldu öleli. Bir sene evvelde Alzheimer hastası olan kocası ölmüştü. Çok çekti zavallı. Üç oğlu varmış Emine Bacı’nın. Aslan gibiymiş hepsi. Ben görmedim, gelmezlerdi hiç. Üç adam bir anayı sığdıramamışlar evlerine. Bağ bahçe gezmeye alışmış kadın. Hiç oturup kalmamış yerinde. Burada nasıl zorlandı, neler çekti Allah biliyor. Her yaz köyüne gidecek diye umut ederdi. Haber göndermiş oğlu, “Annemin ancak ölüsü çıkar oradan” demiş. Köylülerden çıkarıp bakmak isteyenler olmuş, ona da izin vermemişler. Bir keresinde pencereden atlamaya kalktı da zor tuttu bakıcılar. En son oğlu bayramlık göndermişti, “zıkkım olsun ondan gelen” dedi, giymedi elbiseyi. Hiç oğlum, yavrum demedi. “Köyüm” dedi, “evim” dedi durdu gariban. Bir sabah yatağında ölü buldular. Ölümü bile yalnız oldu Emine Bacı’nın.() Ooof off hangisini anlatsam, daha neler var neler…
Şu bakıcı kadını sevemedim bir türlü. Sanki özel olarak seçmişler. Bu kadar mı merhametsiz olur bir insan ? Hiç mi gülmez yüzü ya hu? Her gün odaya gelince burnunu tutuyor. Pis kokuyormuş. Pencereyi sonuna kadar açıyor. Mutlaka yarım saat açık tutuyor. Çok üşüyorum. Zaten parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi…

Hatırlar mısın ilkokula gittiğin o yılları. Kışın kuzine sobayı yakardım. Sen gelmeden yemeği hazır eder, sobanın üzerine koyardım. Sen seviyorsun diye sobanın fırınında bir kaç tane küçük patatesi pişirirdim muhakkak. Okuldan gelir gelmez sobanın yanına koşardın. İlk işin tencereye bakmak olurdu. Genelde sevdiğin yemekleri yapardım. Ellerin üşümüş diye avuçlarımın içine ellerini alır ısıtırdım, öperdim öperdim…

Sık sık uğrarım demiştin. Tam 8 ay olmuş uğramayalı. İşlerin yoğunmuş, zamanın yokmuş. Torunlarımda sormuyorlar demek. Yeni eve taşınmışsın aldım haberini. Arkadaşın Zehra söyledi. Vefalı kızdır, arada geliyor sağolsun. Annesi de babası da yanında vefat etmiş. Hiç bırakmamış bir yere, yanından ayırmamış. İmrenmedim desem yalan söylerim… “Evi çok büyük” dedi. Kocaman odaları, geniş bir balkonu varmış evinin. Yeni mobilyalar almışsın, eskileri elden çıkarmışsın.Tıpkı beni çıkardığın gibi… Herşeyi sığdırdın da evine, bir beni sığdıramadın a kuzum. Hadi onu da geçtim. Bir kere “Anne gel evimi gör, bir kaç gün kal” bile demedin… Zehra’ya “Anneler gününde görmeye gideceğim” demişsin… Ben anneler gününü hiç beklemiyorum biliyor musun? Anne olmak acı verir mi insana? O gün bana acı veriyor yavrum. Artık kendimi bir anne gibi hissedemediğim için belkide… Bir evlat bir torun sevemezsen, çevrende anne diyen olmazsa sana, ne anlamı var anne olmanın?

Ölene imrenilir mi hiç? İmreniyorum işte. Kimin öldüğünü duysam “darısı başıma” diyorum. Hayaller umutlar, mutlu zamanlarmış insanı ayakta tutan. Onlar yoksa yaşamak zulüm olurmuş meğer…

Kim icat etmiş bu huzursuz evleri? Rahat yüzü görmesin deyip her gün beddua ediyorum. Huzur eviymiş. Hergün ölüp ölüp diriliyorum bu huzursuz odada. Hiç tanımadığım, mizacımın uymadığı insanlarla yatıp kalkıyorum. Hiç bir şey bana ait değil. Söz hakkım yok, elbiselerim bile benim değil sanki. “Allahım al emanetini ne olur, bu yükü taşıyamıyorum…”

Bu huzursuz evleri icat edenler mi çıkarmış anneler günü denen yalancı günü? İnsanlar yaşlı annelerini bu evlere kapatsın da sonra anneler günü olunca ziyaret etsinler diye öyle mi?

Bak yine geldi o uğursuz gün. Zehra geleceğini söylemişti. Gelsen de bir, gelmesen de artık. Ben anneler gününü hiç sevemedim biliyor musun? Dünyalara sığmayan anne yüreğim huzursuz bir odaya hapsedildi. Ne sevmenin, ne anneliğimin bir anlamı yok artık… Çok üşüyorum. Hem parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi…