ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK ÜZERİNE..
Hani idealist bir insansınız ya!
Mükemmeliyet peşinde koşan bir insansınız!
İyiyi, güzeli, doğruyu arayan ve bu yolda ilerleyen bir insansınız!
Çalıştığınız kurumdaki haksızlıklar, yanlışlardan rahatsızlık duyuyorsunuz!
Değişmesini istiyorsunuz!
Değişim istiyorsunuz!..
Bunun için çabalıyorsunuz!
Mücadele ediyorsunuz!
Ama o iklimin ve kültürün içinde yaşayan parazitleri temizleyemiyorsunuz!
Mücadale edecek insanlar bulamıyorsunuz!
Güven duyulacak insanlar göremiyorsunuz!
***
"Bana ne", "ben mi düzelteceğim", "başını derde sokmak mı istiyorsun" diyen insanlar...
Kinik maymunlar: "Görmedim, duymadım, konuşmadım"
"Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyenler...
"Gölge etme başka ihsan istemem" istirahatini tercih edenler!
Sonuçta yalnızsınız!
Tek başına mücadale gücünü ve azmini kaybediyorsunuz!
Adım adım bir şeylerin değişmeyeceğinize inancınız artıyor ve siz de bir çaresizlik yaşıyorsunuz...
Öğrenilmiş çaresizlik sendorumu içindesiniz artık!
***
30 yıldan bu yana çalıştığım kurumda bu sendromu derin olarak yaşamış bir insanım!
Her şeyin bir zamanıvardır!
Her şeyin bir mevsimi vardır!
Belki günün birinde yaşadığım öğrenilmiş çaresizlik sendromunu kaleme alırım...
Hatıralarımda saklı!
Benim kişisel olarak yaşadığım öğrenilmiş çaresizlik sendromunu Albert O. Hirschman kitabıyla benzeti yaparak anlatmaya çalışayım:
***
EXIT,
VOICE AND LOYALTY…
Yazan: Albert O. Hirschman
Basit ama yaygın ve derin bir konuyu ya da sorunu irdeliyor Hirschman.. Çalışan,
görev yaptığı organizasyondaki kalitesizlik ve etik dışı davranışlardan
rahatsızlık duyar...
Sesini duyurmaya çalışır (VOICE) ...
Meslektaşlarını bilgilendirmeye ve yapılan haksız uygulamalara karşı seslerini
duyurmaları için destek olmalarını talep eder...
Dilekçe verme, sorunları dile getirme vs…. adımlar atılır…Whistleblowing, ikinci
adımı oluşturur. Orada da etik sorunun ortaya çıkarılması mücadelesi verilir..
Olay sadece bir “wrongdoing” ile de sınırlı değildir. Organizasyonda yaşanan her
türlü sorun (kalitesizlik, verimsizlik vs…) ele alınır ve düzeltilmesi talep
edilir. Kurumsal yurttaşlık (organizational citizenship) adı verilen bir
sorumluluk ahlakının önemi anlatılır...
Menfaat, hoşnutluk, rehavet, atalet... İlgisizlik, kayıtsızlık, duyarsızlık,
vurdumduymazlık!... Tüm bunlar değişimin önünde engeller oluşturur...
Çalışan, meslektaşlarının desteğini alamaz... Değişimin önünde engel olan
aktörler ve faktörler o kadar çoktur ki, görev yaptığı organizasyondaki
kalitesizliklere ve etik dışı davranışlara karşı rahatsızlık duyan kişi tek
başına bunlarla mücadele edemeyeceğini anlar...
VOICE işe yaramamıştır!...
Organizasyondaki etik dışı olaylardan rahatsız olan kişi artık çalıştığı kuruma
kendisini yabancı hisseder... Kurumsal aidiyet ve sadakat (LOYALTY) zaman içinde
tamamen yok olur..
Çalışan içindeki ahlak ve vicdan yasaları ile organizasyonda süregelen etik dışı
uygulamalara ve davranışlara ortak olmak istemez... Uzleti tercih eder...
Bulaşmak istemez!.. Kirli oyunlara ve uygulamalara dahil olmayarak vicdanen
kendini rahat hisseder...
Kimi zaman doğrudan ve dolaylı psikolojik şiddet/ terör (mobbing/bullying)
devreye girer... Çalışanı yıldırmaya ve bezdirmeye yönelik adımlar atılır..
ve sonuç: EXIT… yani KAÇIŞ...
Çalışan, EXIT yolunu seçer, seçmek zorunda bırakılır...
Kaynak: J.W.Graham -
M. Keeley, "Hirschman's Loyalty Construct", Employee Responsibilities and Rights
Journal, 1992.
Öğrenilmiş çaresizlik (learned helplessness) sendromu ve daha da ileri düzeyde
travma yaşayan çalışan, organizasyondan uzaklaşmayı tek çıkış yolu görür…
Yorulmuştur!...
Çabalarının bir sonuç getirmediği kanaati güçlenmiştir…
Meslektaşları, organizasyon sorunlarının çözülmesi konusunda kendisine yardımcı
olmamıştır, destek olmamıştır...
Hemen herkes rehavet ve ataletin sağladığı memnuniyet dolayısıyla hoşnutlar
topluluğuna dahil olmuştur!... Sorunlar görülmek istenmemiş, gözardı edilmiştir...
Bazıları menfaatlerin devamı için koalisyonu güçlendirme mücadelesine girişmiş;
bazıları sessiz kalmayı tercih etmiştir; diğer bazıları sadece olayları merak
etmiş, dedikoduları dinlemekle ve sonra dedikodu üretmekle meşgul olmuştur.
Mesleğe girişinde, atanmasında, yükseltilmesinde vs. kendisine eşsiz fayda ve
menfaatler sunulmuş olan kişiler de yolunu değiştirmiştir!... Erdemler
yolculuğundan ayrılmışlardır!... Menfaatler ve menfaat beklentileri bitmiş,
sağlanan faydaların artık marjinal faydası sıfıra inmiş, faydaya atfedilen
değerler önemsizleşmiştir!... Böyle olunca da ahde vefadan uzaklaşılmış,
vefasızlık ve nankörlük bir acı hakikat olmuştur...
Kitabın özeti bundan ibarettir..
HAMDIM.. PİŞTİM... YANDIM... KAÇTIM!...
***
30 yıl!... Tam 30 yıldan bu yana ideal bir üniversite için olması gereken
kurallar ve kurumlar üzerine düşündüm ve fikirler ürettim. Çalıştığım kurumda bu
yönde mücadeleler verdim...
Geriye bakıyorum... Yıl 1984.. Genç bir asistan olarak üniversiteye adımlarımı
attım... Yıl 1996, profesörlük ünvanını aldım... 33 yaşında genç ve idealist bir
profesördüm... Ve şimdi... Yıl 2017.. 54 yaşındayım... Öğrenilmiş çaresizlik
içinde yükseköğretim kurumlarındaki
yıkıntıları seyrediyorum...
Bir doktora programı açılsın da ek ders ücreti alma imkanından mahrum olmayalım
diye her kim sınava müracaat ettiyse alınır mı? Bilime saygımız bu kadar mı?
Topu topu 3 ya da 4 doktora öğrencisi!... Liyakati bir tarafa bıraktık!...
Sonrası daha vahim!. 4 doktora öğrencisi, 4 farklı öğretim üyesi, 4 farklı ders!...
Peki neden? Her öğretim üyesinin ders yükünün artması demek ek ders ücreti almak
demek!... Olur mu! Böyle bilim olur mu?
Öğrencinin geleceği için çok önemli bir zorunlu ders yerine 3 tane farklı
uyduruk ve gereksiz SEÇMELİ ders açılıyor!.. Tamamen uydurma!... Bir derste
sadece 1 hafta içinde (3 saatlik derste) anlatılacak bir konu bir ders olarak
konulmuş!... Neden? Üç tane seçmeli ders demek, üç ayrı öğretim üyesine ders
açılabilmesi demek!... Ek ders ücreti!.. Yani para!... Kabul edilebilir mi?
Bilimi bu kadar aşağı bir seviyeye indirmek olur mu?
Akademik ünvanları aldıktan sonra 20-30 yıl çalışmadan-üretmeden geçen yıllar!...
Doçentlik ünvanı için gerekli formaliteler ve prosedürlerden sonra adeta
otomatik olarak gelen profesörlük ünvanı!.... Profesörlük ünvanını aldıktan
sonra 67 yaşına kadar aynı kurumda-aynı koridorlarda
bıkkınlık-bezginlik-rehavet-ataletle geçen yıllar!... Yazık değil mi! Olur mu!...
Kabul edilebilir mi?
Tahrip edilen üniversiteler!... Yozlaşan üniversiteler!...
Yukarıda yazdığım konuları çalıştığım bölümde/kurumda var olan sorunlar olarak
ortaya koymam haksızlık olur... Kendi bölümümde, kendi fakültemde, kendi
üniversitemin farklı fakültelerinde ve diğer pek çok yüksek öğretim kurumlarında
bu ve buna benzer yozlaşmalar devam ediyor...
Amacım kişileri ve çalıştığım kurumu karalamak değil!...
Bir organizasyondaki tekil kişiler ve/veya yöneticiler üzerinden giderek sorunları ortaya koymak erdemli insanların işi değildir!... Bana göre doğru değildir! Doğru yol değildir!...
Öğrenilmiş çaresizlik içinde tüm umutlarımı ve iyimserliğimi her gün çok
fazlasıyla kaybettiğim bir üniversitede yaşadıklarımı dürüstlükle kaleme alarak
bir sorumluluk ahlakını yerine getirmek ve vicdanen rahat olmak istiyorum....
Dile kolay 30 yılımı geçirdiğim bir üniversitede gördüklerimi, tanık olduklarımı
ve yaşadıklarımı kaleme alıyorum...
Her şeyin bir zamanı , her şeyin bir mevsimi vardır...
Aşağıda sadece bir not yazmakla yetiniyorum...
Vakti-zamanı geldiğinde büyük emekler verdiğim YAŞADIĞIM ÜNİVERSİTE kitabını
yayınlamış olacağım...
***
Üniversite camiası, benim sadece şu hikayemi okusun isterim... Yıllar geçti ama
hala bu derin üzüntüyü yüreğimde taşıyorum....
Yıl 1987... 24 yaşında genç bir asistan olarak doktora tez çalışmalarımı
sürdürmek üzere Amerika'ya gidiyorum...
Vergiler ve Ekonomik Büyüme ilişkisi üzerine bir doktora tezi yazıyorum...
Aradığım ve bulduğum kaynakların hemen tamamında ampirik çalışmalar var.... Daha
doğrusunu ifade etmek gerekirse çalıştığım KAMU MALİYESİ (PUBLIC FINANCE)
alanında hangi kaynağa müracaat etsem mutlaka ampirik çalışmalarla
karşılaşıyorum.
Maalesef ekonometri bilgim olmadığı için hiç bir şey anlamıyorum.. Makaleleri ve
kitapları okuyamıyorum!....
Çalıştığım Center for Study of Public Choice isimli merkezde her salı günü bir
bilim insanı seminer veriyor... Her ne konuda bir seminer verilse bir ampirik
araştırma ve sonuçları sunuluyor... Ben o topluluk içinde sunulanları
anlamadığım için mahcubiyet içinde oturuyorum... Anlıyormuş gibi yapıyorum!...
Utanıyorum!... Yerin dibine giriyorum!...
Neden!... Yüksek lisans ve doktora eğitimimi aldığım yıllarda bir
Ekonometri dersi lisans-üstü programa konulmadığı için!...
Halbuki İktisadın hangi alanı olursa olsun teorik-analitik bilgiler yanısıra
ampirik-deneysel çalışmaları da çok yakından bilmeniz gerekir...
Pek çok üniversitede halen devam eden bir acı gerçek:
Fakültedeki bölümlerde hocalar/yöneticiler faha fazla ek ders ücreti almak için başka bölümlerin derslerini kendi bölüm ders programlarından kaldırma /azaltma mücadelesi veriyorlar! Bir bölüm kendi ders programından diğer bir bölüme ait olan dersi kaldırdığında karşı bölüm de misilleme yolunu seçiyor ve sonuçta ders programı tahrip oluyor gidiyor!
Aradan geçen 30 yıl!.. Tam 30 yıl!... Dile kolay tam 30 yıl!.... Aynı noktada
bile değiliz!....
Lisans üstü öğrencilerimizin hemen hiç biri kendi disiplinleri içinde download
ettikleri bir makaleyi ekonometri bilgileri olmadığı için okuyamıyorlar/anlayamıyorlar!...
Neden, çünkü hala onlara ideal bir ders programı sunulmuyor!... Lisans
programında alınan derslerin isimleri değiştirilmiş, içerikte eklemeler vs.
yapılmış ve yüksek lisans/doktora ders programlarına konulmuş!... İdeal/olması
gereken bir lisans-üstü eğitimi ve ders programı yok!.... Yazık!... Çok yazık!...
Başkalarını bilemem ama derin bir üzüntü duyuyorum.... Bu mudur bilim!.. Bu
mudur bilime olan saygımız!...
Nasıl düzelteceğiz? Nasıl iyileştireceğiz?
Konuşmazsak, söylemezsek, yazmazsak evlatlarımıza nasıl saygın bir üniversite
bırakacağız!...
Değerli hocalarım, değerli meslektaşlarım!....
Bugün artık asistan/araştırma görevlisi değilsiniz!... Bugün artık doçent/profesör
ünvanını almış kişilersiniz!... Artık terfi/yükselme korkunuz/kaygınız da
kalmadı!...
Doğruları dile getirmek, doğruları söylemek, doğru yılda adımlar atmak için bir
şeyler yapmamız gerekmiyor mu?
***
Öğrenilmiş Çaresizlik
Öğrenilmiş çaresizlik, psikolojik bir terim olarak; bir canlının kaçınılmaz olan caydırıcı uyaranlara maruz kalması sonucunda daha sonra karşı karşıya kalınacak ilave caydırıcı/tehlikeli uyaranlara karşı tepkisiz kaldığı genel bir durum olarak ifade edilebilir. Bu psikolojik terim daha sonra organizasyon teorisi alanındaki çalışmalarda organizasyonel değişime direnç konusunu açıklamakta kullanılmıştır.
Geçmişteki tecrübelerinden dolayı değişimi gerçekleştirmenin zor ve neredeyse imkansız olduğunu düşünen bireyler ve toplumlar değişime karşı pasif bir direnç gösterebilmektedirler. Bu davranış literatürde “öğrenilmiş çaresizlik” (learned helplessness) olarak adlandırılmaktadır.
Bazı organizasyonlarda çoğu zaman çalışanlar gördükleri ve bildikleri yanlış uygulamaları raporlamaktan kaçınırlar. Geçmiş tecrübeleri dikkate alarak çalışanlar, üst yönetimle konuşmanın hiçbir işe yaramayacağını, aksine olumsuz sonuçlar doğurabileceğine inanırlar. Açık kanıtlara dayanan ve dahası organizasyon içinde herkesin bildiği ve gördüğü yanlış uygulamalardan rahatsızlık duyan ve bu yanlış uygulamalara son verilmesini isteyen bazı çalışanlar seslerini duyuramadıkları için adeta kahrolurlar ve deyim yerindeyse bir ‘öğrenilmiş çaresizlik’ sendromu içerisinde kıvranıp dururlar.
Öğrenilmiş çaresizlik, herhangi bir durum veya olay karşısında sürekli başarısızlık yaşanması veya istenmeyen durumların ortaya çıkmasının etkisiyle, hiçbir şeyin bir fark yaratmayacağı inancının oluşması ve bu inancın oluşması sonucunda da gelecekte karşılaşılabilecek benzer durumlarda, başarıya ulaşmanın mümkün olmadığı düşüncesinin yerleşmesiyle pasifleşmek ve bu başarıya ulaşılabilecek bir durum dahi olsa, cesaretin ve kendine olan inancın zayıflamasıyla hiçbir şey yapmamaktır. Öğrenilmiş çaresizlik davranışında, içinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtulmak için çaba göstermiş ancak başarısız olmuş ve bu çabalarının işe yaramamasının oluşturduğu olumsuzlukların etkisi ile daha sonra karşılaştığı benzer durumdan kurtulmak için yaptıklarının sonuca etki etmediğini düşünen kişi bu sonucun benzer durumlarda da değişmeyeceğine inanır ve zihninde bu başarısızlığın gelecekte de devam edeceği yönünde bir düşünce oluşur. İşte bu üç aşama nihayetinde ise öğrenilmiş çaresizlik meydana gelir.
Öğrenilmiş çaresizlik üzerine yapılan bu deneyler iki sonucu ortaya koymuştur. Birincisi, canlıların başlangıçta kontrol edemedikleri ya da sonucunu değiştiremedikleri bir durum ile karşılaştıklarında zamanla çaresizliği kabul etmeleri ve bu çaresizlik durumunu genelleştirmeleridir. İkincisi ise, çaresizliği öğrenen canlıların karşılaştıkları durumunun sonucunu değiştirebilecek güçte olmalarına rağmen, önceki tecrübelerinden edindiği çaresizlik yüzünden tepki göstermemeleri ve herhangi bir çaba içerisinde bulunmamalarıdır.
Sonuç olarak bireyleri ve toplumları öğrenilmiş çaresizlikten kurtarmak için en başta değişimi destekleyen bir kültürünün yaratılması ve yaşatılması gerekir. Öğrenilmiş çaresizlikten kurtulmak için en başta bireylerin değişime inancının varlığına işaret eden ve bunu güçlü bir biçimde destekleyen bir kültür oluşturmak ile mümkündür. Bir ülkede, bir toplumda ya da herhangi büyüklükteki bir organizasyonda öğrenilmiş çaresizlik sendromuna yakalanmamak için öncelikle değişimi isteyen ve bunun için çabalayan bireylerin varlığından ziyade değişime direnç kültürüne izin vermeyen bir değişim kültürünün varlığını inşa etmek gerekmektedir.
Tavsiye:
Coşkun Can Aktan., “Öğrenilmiş Çaresizlik Ve Değişime Karşı Pasif Direnç”, Sosyal ve Beşeri Bilimleri Dergisi ,Cilt 8, Sayı 2, 2016 ISSN: 1309 -8039 (Online) (Serdar Yay birlikte.)