PLÜTOKRASİ ÜZERİNE...

  

“Parlementonun kapıları fakirlere kapalıdır.”

        Publius Ovidius Naso

 

"Biz bir demokrasi değiliz. Bizi böyle adlandırmak korkunç bir yanlış anlama ve demokrasi fikrine atılmış bir iftiradır. Gerçekte biz bir plütokrasiyiz: Zenginliğin iktidarı."

Ramsey Clark

 

***

Milletvekillerinin , özel şirketlerin ve holdinglerin  yönetim kurullarında görev almaları, ayrıca işadamlarının  milletvekili seçildikten sonra  ticari ve sınai işlerini sürdürmeleri acaba siyasi ahlakla bağdaşır mı?  Parlamento halkı temsil eden ve onların genel  çıkarlarını korumayı amaçlayan bir kurumdur.  Özel şirketler ve holdingler “kar” amacı  doğrultusunda  faaliyet gösteren kuruluşlardır. Dolayısıyla, birinde “kamu çıkarı”, diğerinde ise “özel çıkar” hakimdir.  Parlamentonun çıkarları ile özel şirket ve holdinglerin çıkarları arasında bir uyuşmazlık her zaman sözkonusu olabilir. Siyaset biliminde bu çıkar uyuşmazlığı  “çıkar çatışması” (conflict of interest) olarak adlandırılır.  Siyasi ahlak açısından bu çıkar çatışmasını ortadan kaldırmak için bazı önlemler alınması gereklidir. Bu önlemleri belirtmeden önce siyasi ahlak açısından üzerinde durulması gereken bir diğer konuyu ele alalım.

Milletvekili olarak seçilen işadamları , kendi şirket ve holdinglerinin özel çıkarları için parlamentoda lobicilik yapabilirler. Yine özel şirket ve holdingler , kendi özel çıkarları doğrultusunda hareket etmesi için  seçim öncesinde siyasal partilere parasal yardımda bulunarak kendi adamlarının milletvekili seçilmesini sağlayabilirler. Bu şekilde milletvekili olarak seçilen kimseler parlamentoda kendilerini seçtiren kesimlerin çıkarlarını korumak için  faaliyet gösterirler. Bu şekildeki lobicilik faaliyetlerini biz siyaset biliminde “influence peddling” olarak adlandırıyoruz.  Peddling İngilizce “gezgincilik”  anlamına gelir. Yani, milletvekili parlamentoda kendi çalışma arkadaşlarını etkilemeye çalışarak veya onlara bir takım menfaatler sağlanmasına yardımcı olarak istediği yasaların ya da mevzuatların çıkmasını sağlayabilir.  Buna siyaset bilimi terminolojisinde “kanun simsarlığı” adı  verilmektedir. Özetle, işadamı milletvekillerinin ya da milletvekili seçildikten sonra çeşitli özel   şirketlerde yönetim kurulu üyeliği gibi görevlerde bulunan kimselerin siyasi ahlak ile bağdaşmayacak lobicilik faaliyetlerinde bulunmaları pekala olasıdır.

            Burjuvazi ile parlemento ve siyasal iktidar arasındaki  bu tür ilişkilerin artması demokrasi için ciddi bazı endişeleri de beraberinde getirir. Eğer biz demokrasiyi “halkın egemenliği” olarak tanımlıyorsak, ve yine  eğer bir ülkede parlamentoya, işadamı- milletvekilleri ve onları açıktan ya da gizliden temsil eden kimseler hakimse o zaman şu soru gündeme gelir: “Ülkeyi Kim Yönetiyor.” Eğer, parlamento parasal gücü elinde bulunduran belirli bir kesimin elinde ise o zaman rejimin adını da değiştirmek ve belki  de “PLÜTOKRASİ” koymak gerekebilir. “Plutus” eski Yunanca’da “zenginler” anlamına gelir.  “Kratos” ise “iktidar”, “egemenlik” anlamını taşır. Plutos+Kratos yani Plütokrasi özetle “zenginlerin egemenliği” demektir.  Böylesine bir değerlendirme demokrasinin özde değil , sözde var olduğunu gösterir.

 

            Aslına bakarsanız, demokrasi adını verdiğimiz rejimde her zaman güçlülerin egemenliği sözkonusu olmuştur. Bugün için “parasal güç”  büyük bir gücü, kuvveti temsil etmektedir. Adına demokrasi dediğimiz siyasal rejim bugünkü haliyle “çıkar ve baskı gruplarının egemenliği”nden başka bir şey değildir. Çıkar ve baskı grupları elbette katılımcı demokrasi  açısından büyük önem taşırlar. Toplumsal istek oluşumu açısından çıkar ve baskı gruplarının önemini gözardı etmemekle birlikte bu kuruluşların demokrasi için ciddi bir tehlike oluşturabileceğini de gözardı etmemeliyiz. Kendi üyelerinin  çıkarlarını korumak için oluşturulmuş olan  mesleki birlikler (ticaret odaları, sanayi odaları vs. ) ve işadamları ve sanayici dernekleri kesinlikle demokrasi için, sivil toplumun gelişmesi için gereklidirler. Ancak bu kuruluşların  her zaman “kamu çıkarı” ile bağdaşmayacak şekilde kendi çıkarlarına  yönelik lobicilik yapabileceklerini de unutmamalıyız. Ülkemizdeki anti-gümrük lobilerini bu konuda hatırlamalıyız. Eğer demokrasiyi yaşatmak  ve korumak istiyorsak anayasal ve yasal bazı önlemler mutlaka almalıyız. Yoksa “seçimle gelen işadamları”  ile “halksız demokrasi” adı verilen bir siyasal rejimde yaşamak zorunda kalacağımızı asla ve asla unutmamalıyız.

            Bu açıklamalardan sonra şimdi asıl konumuza dönelim ve önerilerimizi sıralamaya çalışalım. İşadamlarının halkın parlamentosunda “siyasi nüfuz” oluşturmalarını engellemek için yıllardır savunduğumuz şu önerilerin gerçekleştirilmesi gerekir:

·      Bir Devlet Ahlakı Yasası yürürlüğe konularak, bu yasada devlet yönetiminde uyulması gereken usul ve esaslar ayrıntılı biçimde düzenlenmelidir. Bu konuda gelişmiş ülkelerdeki yasa ve mevzuatlardan yararlanılmalıdır. Örneğin,  ABD’de devlet ahlakı ile ilgili “Government Ethics Regulations” adı verilen mevzuattan istifade edilmelidir.

·      Milletvekillerinin yapamayacağı işler Anayasa’da genel olarak yer almalı ve anayasa hükmü gereği olarak belirttiğimiz Devlet Ahlakı Yasası’nda ayrıntılı düzenlemeler yapılmalıdır.

·      Yine Devlet Ahlakı Yasası’nda işadamlarının seçildikten sonra ticari ve sınai faaliyetlerinin, gelir ve mameleklerinin kayyuma bırakılmasına ilişkin düzenlemeler yapılmalıdır. Ancak bu konuda milletvekillerinin hile yapmalarını önlemek için kimlerin kayyum olarak atanacağı açık olarak belirlenmelidir. Bu kayyum önerisi ile birlikte mal bildiriminde bulunma zorunluluğuna ilişkin esasların da ayrıntılı olarak yasada düzenlenmesi gereklidir.

·      İşadamı milletvekillerinin  ve şirketlerin  yönetim kurullarında görev alan milletvekillerinin devlet ihalelerinden ve sağlanan teşviklerden usulsüz ve haksız olarak yararlanmalarını engellemek için  devlet yönetiminde şeffaflığın sağlanması gereklidir.