SOYLU VAHŞİ :: NOBLE SAVAGE
Henüz medeniyet adı verilen yaşamdan çok uzakta doğal ortamda yaşayan insanları çoğu zaman "yamyam" "barbar" ya da "vahşi" deyip aşağılamadık mı?
Oysa asıl vahşi olan günümüzün modern dünyasında sözümona kendini "medeni", "asil" ve "soylu" olarak nitelendiren insanlardır... Asıl yamyam ve barbar insanlar, asıl vahşi insanlar günümüzün modern şehirlerinde yaşayan zavallılardır...
***
Soylu Vahşi...
Noble Savage...
Soylu Vahşi, Jean Jacques Rousseau tarafından İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserinde kullanılan bu kavramdır... Rousseau'ya göre doğal yaşam ortamında insan sade, basit ve masum bir hayat sürer... Vahşi yaşam ve vahşi doğa sanıldığı gibi vahşi insanlarla dolu değildir. Tam tersine vahşi doğa ortamında insan sadece yaşamını sürdürmek için çabalayan bir amaç peşindedir... Rousseau'ya göre insan doğa durumunda bir "soylu vahşi" (noble savage) dır...
Oysa modernlik ya da sözümona medeniyet iyi eğitimli, diploma sahibi, bir kaç dil bilen, iyi giyimli "soylu vahşi"ler üretmiştir...
Vahçi kapitalizmi "soylu vahşi"ler üretmiştir... Doymayan, yetinmeyen, ihtiyaçları sonsuz, aç gözlü, sürekli ve aşırı tüketim yollarında koşan soylu vahşiler...
Magellan'ın büyük keşiflerinde yanında seyahat eden Anthoyne Pigafetta ayak bastığı topraklarda karşılaştıkları yerlilerin modern yerleşim yerlerindeki insanlarda görülen kötülük ve ahlaksızlıklardan uzak bir yaşam sürdürdüklerini yazar...
Michel de Montaigne de aynı şekilde Denemeler adlı eserinde modern insanoğlunun vahşiliğinin bu yamyam ya da barbar denilen insanlardan çok daha kötü olduğunu şu sözleriyle ifade eder:
"Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları soylu ve yiğitçe bu insanların."
Michel de Montaigne
***
Modern yaşam... Medeniyet... Uygarlık... Şehirler... Zenginlik... Refah... Para... Mal-Mülk... Din... Güç.. İktidar...
Bunların hepsi "yoksul vahşi" insana konfor ve daha yüksek bir yaşam standardı getirmiştir...
Ama bununla birlikte tüketim çılgınlığı, açgözlülük de getirmiştir...
"Yoksul vahşi" sadece karnını doyurmak peşinde iken "soylu vahşi" tüketim çılgınlığının peşine düşmüştür... Marka peşine düşmüştür... Gösteriş tüketimi peşine düşmüştür...
ve vahşi kapitalizmin beraberinde getirdiği eşitsizlik... adaletsizlik...
Gelir düzeyi nispeten düşük insanları sadece karnını doyurmak için değil "soylu vahşi"ler ile yarışmaya sevk etmiştir...
Herkes "soylu vahşi" olma telaşı ve mücadelesi içerisindedir....
“Sanırım bunlar, köpeklerinin sidiğini, sanki misk imiş gibi, şehvetle koklarlar. Bir vahşi hayvan parçalamak ne zevktir! Öküzlerin ve koyunların uzuvlarını kesmek, koparmak, ayak takımına bırakılan aşağı ve düşkün bir uğraşıdır; fakat vahşi bir hayvanın titreyen uzuvlarını koparmak, ancak kahramanlara mahsus soylu ve şanlı bir etkinliktir. Bu heybetli tören, diz çökerek, baş açış, bu işe tahsis edilmiş bir bıçakla (zira bir başkasını kullanmak cinayet olurdu), belirli hareketlerle, bir çeşit dini saygıyla yapılır; o sırada hazır olanların hepsi, kurban kesenin etrafında sıralanmış olarak saygılı bir sessizlik içinde, belki bin defadan fazla görmüş oldukları bu sahneyi, fevkalâde güzel ve yeni bir şey imiş gibi hayranlıkla seyreder. Ne mutlu o ölümlüye ki, hayvanın etinden bir parça tatmasına izin verilmiştir. Bu, ailesinin en şanlı lakaplarından biri gibi baktığı bir onurdur. Bu gibi azimli avcıların bütün kazandıkları, sonunda, takip ettikleri ve yedikleri hayvanlara yakın derecede vahşi olmalarıdır. Buna rağmen gerçek krallara lâyık bir hayat sürdüklerine pek inanırlar.”
Erasmus
“İnsanın keyfine nasıl gelirse o şekilde başka bir türe dilediği gibi davranması en aşırı ırkçı teorilerin örneğini oluşturmuştur, yani güçlü olan haklıdır prensibini haklı çıkarmıştır.”
Isaac Bashevis Singer
***
“Uçsuz bucaksız bir evrenin ortasında, tek bir noktaya sıkışıp kalmışken, değil kral olmak, etrafımı saran her şeyin kölesi olan ben, kendimi aramakla işe başlıyorum.”
Voltaire
MICHEL DE MONTAIGNE:
YAMYAMLAR ÜZERİNE
Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları soylu ve yiğitçe bu insanların. Savaş denilen bu insan hastalığını biz haklı ve güzel görebiliriz de onlar niçin görmesinler? Kaldı ki onlarda savaş yalnız değer kıskançlığından ve yarışmasından doğuyor. Yeni topraklar kazanmak için savaşmıyor bu Yamyamlar; çünkü doğanın bereketi onlara her şeyi, çabasız, çilesiz öyle bol bol sağlıyor ki topraklarını genişletmenin bir gereği kalmıyor. Henüz doğal isteklerini doyurmakla yetindikleri mutlu bir dönemde yaşıyorlar: Bunun ötesindeki her şey gereksiz onlar için. Herkes kendi yaşında olanlara kardeş, kendinden genç olanlara evlat diyor ve bütün yaşlılar herkesin babası sayılıyor. Yaşlılar bütün varlıklarını hiç bölmeden herkese birden miras bırakıyorlar; doğanın bütün yaratıklarına verdiği her şey böylece herkesin oluyor. Komşuları dağları aşıp kendilerine saldıracak olurlarsa ve savaşı kazanırlarsa, zafer, onurdan başka bir şey sağlamıyor onlara; değer ve erdem bakımından üstünlüklerini göstermiş oluyorlar yalnız. Yenilenlerin malına mülküne ihtiyaçları olmadığı için kalkıp yurtlarına dönüyorlar ve orada hiçbir şeyin eksikliğini duymadan kendi varlıklarının tadını çıkarmasını, onunla yetinmesini biliyorlar. Savaşı berikiler kazanırsa onlar da öyle davranıyor. Tutsaklarından bütün istedikleri yenildiklerini kabul etmeleri yalnızca; ama yüzyılda bir olsun buna yanaşan çıkmıyor sözleri, davranışlarıyla yiğitliklerine en küçük bir toz kondurmaktansa ölmeyi yeğ görüyor hepsi. Öldürülüp etlerinin yenilmesini daha onurlu sayıyorlar. Tutsakları özgür bırakıyorlar ki, yaşamayı daha tatlı bulsunlar; nasıl ölecekleri, ne işkencelere uğrayacakları, nasıl parçalanıp yenilecekleri anlatılıyor, bunun için yapılan hazırlıklar gösteriliyor kendilerine. Bütün bunlar ağızlarından bir tek gevşek, onur kırıcı söz alabilmek, kaçmaya heveslendirip onları korkutmuş, dirençlerini kırmış olma üstünlüğünü kazanmak için! Çünkü, iyi düşünülürse, gerçek zafer budur aslında:
victoria nulla est
Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes. (Claudianus)
Zafer zafer değildir
Yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe.
Pek yaman savaşçı olan Macarlar düşmanlarına aman dedirttiler mi daha ilerisine
gitmezlermiş. Canlarına kıymadan, baç istemeden bırakır çok çok bir daha
kendilerine karşı savaşmayacaklarına söz verdirirlermiş.
Düşmanlarımıza karşı kazandığımız üstünlüklerin birçoğu kendimizin olmayan
eğreti üstünlüklerdir. Kol bacak sağlamlığı yiğitliğin değil hamallığın
şanındandır gürbüzlük cansız, bedensel bir değerdir; düşmanımızı şaşırtmak,
güneşin ışığıyla gözlerini kamaştırmak bir talih işidir eskrimde üstünlük korkak
ve değersiz bir adamın da elde edebileceği bir ustalık, bir bilgidir. Her
insanın ölçüsü, değeri yüreğinde, istemindedir asıl. Yiğitlik, kolun bacağın
değil, yüreğin, ruhun sağlamlığındadır atımızın, silahlarımızın değerinde
değil, kendi değerimizdedir. Yüreği yılmadan düşen dizleri üstünde savaşır, der
Seneka. Ölüm tehlikesi karşısında kılı kıpırdamayan, can verirken düşmanına
yiğitçe yukarıdan bakan bize değil talihe alt olmuştur yenilmiş değil
öldürülmüştür.
En yiğit kişiler en mutsuz insanlardır kimi zaman... Biz yine hikayemize
dönelim: Bu tutsak yamyamlar bütün korkutmalar karşısında aman dilemek şöyle
dursun, iki üç aylık bekleme sırasında güleryüzle dolaşıyorlar düşmanlarını,
yapacaklarını bir an önce yapmaya kışkırtıyorlar; meydan okuyor, küfür ediyorlar
onlara, korkaklıklarından, yitirdikleri savaşlardan sözediyorlar. Bir tutsağın
söylediği türkü var bende; şöyle sözler ediyor içinde: Gelin hepiniz yiğitçe,
toplanın yiyin beni; yiyecek olduğunuz kendi babalarınız, atalarınızdır, çünkü
onların etleriyle beslendi bu bedenim benim.
Bu pazılar, bu et, bu damarlar sizin, zavallı budalalar; atalarınızın özünü
görmüyor musunuz onlarda? Tadına bakın, kendi etinizin tadını bulacaksınız
onlarda...
Bu yamyamlardan üçü, bizim düşkünlüklerimizi öğrenmenin rahatlık ve
mutluluklarını ne ölçüde kaçıracağını, yenilik hevesiyle kendi güzelim göklerini
bırakıp bizimkilerin altına gelerek bizimle ilişki kurmanın başlarına neler
getireceğini, bugün bir hayli ilerlemiş olduğunu sandığım yıkılışlarını
bilmeyerek Fransa'nın Rouen şehrine gelmişlerdi; rahmetli kral Charles da
oradaydı o zaman. Kral uzun uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz,
güzel bir kent örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini,
en çok neyi beğendiklerini sordu. Üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık ki
unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü
adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin bunlardan
birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin eli
kolu, parçaları birbirinin yarısı olarak anlatılan insanlardan kimilerinin neden
bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda,
açlık ve perişanlık içinde yaşadıkları olmuş. Nasıl oluyor da demişler, bu
yoksul yarımlar böylesi bir haksızlığa katlanıyor, öteki yarımların boğazlarına
sarılmıyor, evlerini ateşe vermiyorlar! (Kitap 1, bölüm 31)