Prof.Dr.Coşkun Can Aktan, Yrd.Doç.Dr.Utku Utkulu ve Yrd.Doç.Dr.SelehattinTogay, Nasıl Bir Para Sistemi, İstanbul: İMKB Yayını, 1998. adlı eserden alıntı.

 

 

PARA POLİTİKASININ UYGULANMA SÜRECİ VE PARA POLİTİKASI UYGULAMALARINA İLİŞKİN ANA TARTIŞMALAR

 

Prof.Dr.Coşkun Can Aktan, Yrd.Doç.Dr.Utku Utkulu ve Yrd.Doç.Dr.Selahattin Togay

 

1. PARA POLİTİKASI UYGULAMA SÜRECİNE İLİŞKİN ANA TERMİNOLOJİ

Bir ülkede merkez bankası para politikasının uygulayıcısı durumundadır. Merkez bankası para politikasını uygularken, para politikası araçlarını kullanarak belirlediği nihai hedeflere ulaşmaya çalışmaktadır. Nihai hedeflere ulaşmak için kendisine ara hedefler ve faaliyet hedefleri belirlemekte ve para politikası araçlarıyla bu hedeflere ulaşmaya çalışmaktadır. Bu bölümde sırasıyla, para politikası uygulama sürecine ilişkin ana terminoloji incelenecektir:

a) Politika araçları: Politika araçları merkez bankasının para ve kredi hacmini değiştirmek için kullandığı yöntemlerdir. Açık piyasa işlemleri, reeskont politikası ve yasal karşılık politikası olmak üzere üç politika aracı bulunmaktadır. Para çarpanı analizi çerçevesinde ele alındığında, merkez bankası para politikası araçlarını kullanarak, parasal taban yada para çarpanının büyüklüğünü etkilemeye çalışmaktadır. Buna göre açık piyasa işlemleri ve reeskont politikası parasal tabanın büyüklüğünü etkilemeye yönelik para politikası araçları durumunda iken, zorunlu karşılık politikası para çarpanının büyüklüğünü denetlemeye yönelik olarak kullanılan bir para politikası aracıdır. Monetarist iktisatçılar “duyuru etkisi yaratarak” finansal sistemde istikrarsızlığı arttırdığı ve merkez bankasının nihai ödünç veren olma fonksiyonuna dayanak teşkil ettiği için reeskont politikasını uygun bir politika aracı  olarak görmemektedirler. Monetarizmin kurucusu olarak kabul edilen Friedman (1960) zorunlu karşılık politikasının uygulamadan kaldırılmasını bir reform olarak nitelendirmektedir. Bunun yanısıra Post Keynesyen iktisatçılar (örneğin Minsky, 1986) merkez bankasının nihai ödünç veren (lender of last resort) fonksiyonunun önemi üzerinde durmakta ve reeskont politikası aracılığıyla finansal sistemde “güvenli finansmanın”  yaygınlaştırılabileceğini öne sürmektedirler.

b) Politika hedefleri: Politika hedefleri, para politikası araçları kullanılarak ulaşılmak istenen nihai hedeflerdir. Literatürde,

·      Tam istihdamın sağlanması,

·      İktisadi büyüme hızının arttırılması,

·      Fiyat istikrarının sağlanması,

·      Döviz kuru istikrarının sağlanması,

·      Faiz oranı istikrarının sağlanması

·      Mali sistemin istikrarının sağlanması,

para politikasının nihai hedefleri olarak kabul edilmektedir. Ancak bu hedefler arasında bir trade-off söz konusu olduğu açıktır. Bu nedenle merkez bankası bu hedeflerden bir tanesini nihai hedef olarak seçmek durumundadır.

            c) Para politikası: Para politikası, nihai hedeflere ulaşılabilmesi için para politikası araçlarının kullanımını ifade etmektedir. Para politikası araçları ile nihai hedefler arasındaki ilişki “yansıma mekanizması” olarak isimlendirilmektedir. Bu anlamda yansıma mekanizması, temel makro ekonomik değişkenlerin  para politikasındaki değişmelere duyarlılığını yansıtmaktadır. Para politikasındaki değişme politika araçlarındaki değişme ile başlamakta ve politika araçlarındaki değişmelere ekonomi tam olarak intibak ettiğinde sona ermektedir.

            d) Ara hedefler: Ara hedefler, para politikası araçlarıyla nihai hedefler arasında yer alır. Ara hedeflerin kullanılma gerekçesi şudur: Merkez bankasının kullandığı para politikası araçları ile nihai hedefler arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Oysaki ara hedefler nihai hedeflerle daha yakından ilişkili olan değişkenleri içermektedir. Yani politika araçları nihai hedeflerle yakından ilişkili olmadığı (yani politika araçlarıyla nihai hedefler arasındaki ilişki belirsiz olduğu için) halde ara hedefler nihai hedeflerle yakından ilişkilidir. Politika araçlarının ara hedeflerle, ara hedeflerin de nihai hedeflerle yakın ilişki içinde olduğu dikkate alınırsa, merkez bankasının ara hedefleri kullanarak nihai  hedeflere ulaşma olasılığı daha yüksektir.

Para politikası uygulama sürecinde “faiz oranları” ve “parasal büyüklükler” olmak üzere kullanılan iki tür ara hedef vardır. Ara hedeflerin nihai hedefleri etkileme gücü, para politikası araçlarına göre daha yüksek olduğu halde ara hedefler doğrudan merkez bankasının kontrolünde olan büyüklükler değildir.

Para politikasının uygulama sürecinde ara hedefler iki önemli role sahiptir: İlk olarak, ara hedefler politika araçlarının makro ekonomik hedefler üzerinde arzu edilen etkilerin yaratılıp yaratılamadığı konusunda merkez bankasına bilgi sağlar. İkinci olarak,ara hedefler para politikası uygulamalarının yani para politikası araçlarındaki değişimin ekonomi üzerinde “daraltıcı etkiler mi” yoksa “genişletici etkiler mi” yarattığı konusunda bilgi sağlar.

Buraya kadar yapılan açıklamalar ara hedeflerin önemini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda önemli olan soru şudur:” Ara hedeflerin sahip olması gereken özellikler nelerdir?” Ara hedef olarak seçilecek değişkenlerin sahip olması gereken özellikleri şu biçimde ortaya konulabilir:

·      Ara hedef olarak seçilecek olan değişken “yansıma mekanizması” açısından önemli bir değişken olmalıdır.Yani ara hedef, politika araçları ile politika hedeflerini birbirine bağlama yeteneği yüksek olan  bir değişken olmalıdır.

·      Ara hedefe ilişkin olarak sık ve doğru bilgi sağlanabilmeli yani ara hedef para politikası uygulama sürecinde kolay biçimde izlenebilen bir değişken olmalıdır.

Merkez bankası ara hedef üzerinde önemli bir etkiye sahip olmalı; ara hedef olarak seçilecek değişken merkez bankası dışı faktörler tarfından etkilenme gücü yüksek bir değişken olmamalıdır.

            Ara hedeflerin gerekliliği ve sahip olması gereken özellikeri bu şekilde ortaya konduktan sonra, para politikası uygulama sürecinde “faaliyet hedeflerinin” önemine değinilmelidir.

e) Faaliyet hedefleri: Para politikası uygulama sürecinde faaliyet hedefleri, para politikası araçlarıyla ara hedefler arasında yer alır. Para politikası uygulama sürecinde faaliyet hedeflerinin kullanılma gerekçesi şudur: Merkez bankası para politikası araçlarını

kullanarak ara hedefleri doğrudan doğruya etkileyemez. Merkez bankasının para politikası araçlarını kullanarak doğrudan doğruya etkileyebildiği büyüklükler  faaliyet hedefleridir. Faaliyet hedefleri iki ana gruptan oluşmaktadır:

·      Kısa dönem faiz oranları (örneğin, bankalararası para piyasası faiz oranı).

Rezerv büyüklükleri (iskonto politikası aracılığıyla sağlanan rezervler, açık piyasa politikası aracılığıyla sağlanan rezervler, toplam rezervler ya da parasal taban vb.).

Buraya kadar yapılan açıklamalara göre, merkez bankası politika araçlarıyla ilk olarak faaliyet hedeflerine ulaşmaya çalışır. Faaliyet hedefleri aracılığıyla  ara hedeflere, ara hedefler aracılığıyla nihai hedeflere ulaşmaya çalışır.

Yukarıda yapılan anlatımlar bağlamında ara hedeflerle faaliyet hedefleri arasında kaç türlü ilişki olduğunun ortaya konması önem kazanmaktadır. Literatürde ele alındığı biçimiyle ara hedeflerle faaliyet hedefleri arasında dört tür ilişki söz konusudur (bkz. Şekil I.1):

·      İlk durum merkez bankasının faaliyet hedefi olarak, interbank faiz oranlarını kullandığı durumdur. Buna göre, interbank faiz oranları, ara hedef olarak kullanılan kısa vadeli piyasa faiz oranlarını değiştirmek için kullanılır. Neticede kısa ve uzun vadeli faiz oranlarındaki değişmeler ekonomik faaliyet hacmini etkiler.

·      Merkez bankası faaliyet hedefi olarak faiz oranlarını, ara hedef olarak parasal büyüklükleri kullanır ve faiz oranlarını değiştirerek ara hedef olarak belirlediği parasal büyüklük hedefine ulaşmaya çalışır. Buna göre, ekonomik faaliyet hacmindeki değişimi belirleyen olgu parasal büyüklüklerde ortaya çıkan değişimdir.

·      Merkez bankası faaliyet hedefi olarak rezerv büyüklüklerini ve ara hedef olarak parasal büyüklükleri kullanır. Rezerv büyüklüklerini kontrol ederek parasal büyüklükleri kontrol etmeye çalışır. Buna göre, bir önceki durumda olduğu gibi, ekonomik faaliyet hacmindeki değişimi belirleyen olgu parasal büyüklüklerde ortaya çıkan değişimdir.

·      Son olarak merkez bankası faaliyet hedefi olarak faiz oranlarını yada rezerv büyüklüklerini kullanarak ekonomide kredi hacmini kontrol etmek isteyebilir. Bu durumda kredi hacmindeki değişme ekonomik faaliyet hacminde ortaya çıkacak olan değişmeyi belirler.

 

Şekil I.1  Para Politikası Uygulama Süreci           

 

Para politikasının uygulama süreci bu şekilde ortaya konduktan sonra şu saptama yapılabilir: Para, statik bir olgu değildir. Ekonomilerin finansal ve kurumsal değişmelerine bağlı olarak para ve para yaratan kurumlar niteliksel olarak değişmektedir. Yukarıda sunulan para politikası uygulama sürecinden hareketle, hem farklı ekonomiler hem de herhangibir ekonomi için zaman ve mekandan bağımsız “evrensel geçerliliğe sahip olan bir para politikası reçetesi” önerilmesi mümkün değildir. Çünkü finansal sistemlerin evrim sürecinde merkez bankasının yarattığı itibari paranın ekonominini toplam likiditesi içindeki göreli önemi azalmaktadır. Oysa ki yukarıda izah edilen para politikası uygulama süreci, merkez bankasının yarattığı paranın miktarını değiştirerek ekonomik faaliyet hacmini değiştirebileceği ana fikrine dayanmaktadır. Burada kabaca şu saptamayı yapabiliriz: Merkez bankasının yarattığı paranın ekonominin toplam likiditesi içindeki göreli öneminin azalması para politkasının gücünü azaltan bir unsurudur. Bu bağlamda para ve para politikası  uygulamalarına ilişkin olarak literatürde yapılan tartışmaların ortaya konulması çok büyük bir öneme sahiptir.

 

2. PARA POLİTİKASI UYGULAMALARIYLA İLGİLİ ANA TARTIŞMA NOKTALARI

Para politikasıyla ilgili ana tartışma noktalarının ortaya konulmasında nasıl bir anlatım yöntemi benimseneceği temel bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada paranın ve para yaratan kurumların evrim süreci ile para politikasına ilişkin düşünce farklılıklarının içiçe olduğu gerçeğinden hareketle para politikasına ilişkin tartışmalar para ve bankacılık evrim süreci çerçevesinde incelenecektir. Bu çalışmada, paranın ve bankacılık sisteminin evrim sürecine ilişkin aşamalandırmalar yapılırken Niggle (1990; 1991) ile Chick (1988; 1993)’ün görüşleri ana çerçeve olarak benimsenmiştir.

 

Birinci Aşama

16.yy’ın ikinci yarısından itibaren,  İngiltere’de para ile ilgili sorunların temelinde mübadele aracı olarak kullanılan altın ve gümüşün, yani mal paranın (commodity money) göreli kıtlığı ve bu göreli kıtlığa bağlı olarak aralarındaki değişim oranının sürekli bir istikrarsızlık göstermesi sorunu bulunmaktaydı. Bu sorunlar mal para sisteminin bünyesindeki temel bir yetersizliği ifade ediyordu. Yeni altın ve gümüş madenlerinin bulunması ya da ihracat yapılması dışında, ekonominin üretken kapasitesindeki artışa uygun olarak mal paranın miktarını arttıracak bir mekanizma bulunmamaktaydı. Mal para sistemine karşı direnç, altın ve gümüş paraların maden içeriğinin düşürülmesi uygulamalarına yol açmıştır. Ancak mal paranın değerli maden içeriğinin düşürülmesi, hem ülkelerarası ticarette sorunlar yaratmış, hem de kötü paranın iyi parayı kovması (yani Gresham yasasının işlemesi) sonucunda ülke içi ticareti takasa döndürerek, faaliyet hacmini daraltıcı etki yapmıştır. Mal para sisteminin bünyesinde barındırdığı esneksizlikleri aşma çabaları ile tanımlanan bu uzun tarihsel kesit, İngiltere’de “İngiltere Bankası” nın kurulmasıyla sonuçlanmıştır denilebilir. İngiltere Bankası kurulduğunda, bankaların rezerv gereksinmelerini karşılamak gibi, modern anlamda bir merkez bankasının fonksiyonlarını üstlenmesi amaçlanmamıştı. Goodhart ( 1985: 95)’a göre, İngiltere Bankası’nın temel kuruluş amacı devletin finansman gereksinimlerinin karşılanmasıydı. Paranın evrim süreci açısından, temel uğraş konusu ticari senetlerin iskontosu olan, İngiltere Bankası’nın kuruluşunda sermayesinin tamamını devlete kredi olarak vermesi çok büyük bir öneme sahiptir. Çünkü bu durumda bankanın senet iskontosu işlemini nasıl gerçekleştirceği sorusu önem kazanmaktadır. Bu atmosfer İngiltere’de İngiltere Bankası banknotlarının doğumuna neden olmuştur. Hildreth (1968: 11). Banka iskonto ettiği senetler karşılığında altın para vermek yerine, istendiğinde altına çevrilebilen, altına tam konvertibl olan kendi banknotlarını veriyordu. Bu durum, tam olarak mal paraya dayalı kağıt para sisteminin (fully commodity-backed paper money) ortaya çıkış sürecini tanımlamaktaydı. İngiltere Bankası’nın senet iskontosu dışında, devletten alacaklı olanların talep ettikleri alacakları ödemesi, devletin altın ve gümüş rezervlerinin koruyucusu olması gibi fonksiyonlarıyla bir devlet bankası niteliğinde olması, ihraç ettiği banknotların likiditesinin yüksek olmasına ve halk tarafından geniş kabul görmesine yol açmıştır ( Fry, 1984: 133-4).

            1750 yılına kadar ki dönem,  İngiltere Bankası’nın mali sistemin tek bankası olduğu dönemdir. İngiltere Bankası’nın İngiltere mali sisteminde egemen olduğu döneme ilişkin olarak, banknot ihraçlarının bankanın altın rezervlerine eşit miktarda olduğu gözönüne alınarak şu saptamalar yapılabilir:

Chick’e göre, bu aşamada, banka yükümlülükleri yaygın biçimde ödeme aracı olarak kullanılmamaktadır. İşlem balanslarının bankalararası sirkülasyonu söz konusu değildir. Bireysel düzeyde bankaların kredi hacmindeki genişleme sistemin bütünü açısından rezerv kaybı anlamına gelmektedir. Bu nedenle banka mevduatları (D), banka rezervleri ( R ) ve banka kredi hacmi ( L ) arasındaki nedensellik ilişkileri şöyle ifade edilebilir:

                                    DD ® DR ® DL

Bu aşamada mevduatlar bir bütün olarak tasarruf niteliğinde olduğu için, burada sunulan nedensellik ilişkisi tasarruflarla yatırımlar arasındaki nedensellik ilişkisinin yönünün belirlemektedir. Buna göre bu aşamada tasarruflar yatırımları belirler. Başka biçimde ifade edilirse, bankalara yönelik mevduat arzı bankalar açısından dışsal olup parasal taban arzındaki artışın halk tarafından elde nakit olarak bulundurulmak istenmeyen kısmı ve halkın nakit- mevduat oranında ortaya çıkan değişme olmak üzere temel olarak iki kaynağı bulunmaktadır. Bu anlatılanlar ışığında,  bankalar kendilerine yatırılan mevduatı ödünç olarak veren basit aracılar durumundadır. Bankaların bu aşamada basit aracılar durumunda olması, evrim sürecinin sonraki aşamalarında bankaların rolünün değerlendirilmesi açısından önemlidir. Çünkü, Chick’e göre, bankalara yönelik mevduat arzını belirleyen kaynaklardan sadece birincisi önemliyse, bankaların varlığı miktar teorisinin ana fikrinde herhangibir değişiklik yaratmaz.

Gerek değerli madenlerin para olarak kullanıldığı ve  gerekse değerli madenlere tam konvertibl olan banknotların dolaşımda bulunduğu para sisteminde para arzı, başta değerli maden üretimi olmak üzere ekonominin finansal ve endüstriyel kesimindeki gelişmelerden bağımsız olarak belirlenir (Niggle, 1990: 446). Bu haliyle, iki nokta önemlidir:İlk olarak, mal para sistemi, para arzının ticari hayatın gereksinmelerine uygun olarak arttırılamaması nedeniyle esnek bir para sistemi değildir. Bu tür bir para sisteminde, para arzının para talebine uygun olarak artabilmesi için, para talebi artarken ülkedeki değerli maden stoklarının da buna uygun olarak artması gereklidir. Değerli madenlerin arz esnekliği düşük olduğu için, mal para sisteminde, para arzı para talebinden bağımsız olarak ele alınabilir. Üretim maliyetlerine bağlı olarak, mal para için bir arz fonksiyonu tanımlanabilir (Kaldor, 1981: 170). İkinci olarak, eğer bireyler gelirlerinin sabit bir oranını para olarak bulunduruyorlarsa ve reel gelir düzeyi sabitse (yani tam istihdam koşulları geçerli ise) mal para sisteminde para arzındaki artış, diğer malların para cinsinden değerinin artmasına yol açar. Bu anlamda, Klasik Miktar Teorisi ve Monetarist Teorinin temelini oluşturan “para arzının dışsallığı argümanı” ancak mal para sistemlerine özgü bir durum olarak ele alınabilir (Kaldor, 1980: 293-4).

           

İkinci Aşama

 

Bu aşama mali sistemde banka sayısının arttığı, kamu bankası niteliğinde olan İngiltere Bankası’nın yanısıra özel bankaların yaygınlaştığı ve finansal krizlerin yaşanmaya başladığı aşamadır. Bu aşamanın en önemli özelliklerinden birisi, şube bankacılığının  gelişmeye başlamasıdır. Şube bankacılığının gelişmesi, bireysel düzeyde bankaların üstlendikleri riski dağıtmalarına, ödünç verdikten sonra oluşacak mevduat kaybının azalmasına ve mevduatların ödeme aracı olarak kabul edilmesine olumlu katkı yapmaktadır.

Bu aşamada farklı bankaların ortaya çıkması sayılarının artması ve faaliyet alanlarının yaygınlaşmasında İngiltere Bankası’nın davranış biçimi belirleyicidir. İngiltere Bankası banknotlarının likiditesinin yüksek olması, halkın güvenini kazanmış olması, banknotların talebinde bir istikrar yaratmıştır. Banknotların altına dönüştürülme taleplerinin altının banknotlara dönüştürülme talepleriyle dengelenmesi, bankanın altın rezervleri erimeden konvertibilitenin sürdürülmesini olanaklı kılmıştır. Bu olgu, zaman içinde, bankanın altın rezervlerinin değerinden daha fazla miktarda banknot ihraç etmesine neden olmuştu (bkz. Deane, 1988). Bu durum iki açıdan önemlidir: İlk olarak, İngiltere Bankası’nın bu davranışı kısmi rezerv bankacılığının başlangıcını

temsil etmektedir. İkinci olarak, Hildreth (1968: 12-3)’e göre, İngiltere Bankası’nın ihraç ettiği banknotların değeri ile altın rezervlerinin değeri arasındaki farktan önemli derece kar elde ediyor oluşu, sistemde yeni bankaların kuruluşu için bir cazibe merkezi oluşturmuştur. Braudel (1995: 525)’e göre, İngiltere’nin özel bankaları olarak düşünülebilecek olan taşra bankalarının sayısı 1750 yılında sadece 12 iken, 1781’de 120, 1797’de 290, 1800’de 370 ve 1810 yılına doğru en azından 650 olmuştur.Taşra bankalarının sayısının artması 1797 yılında konvertibilitenin kaldırılmış olmasıyla birlikte değerlendirildiğinde çok büyük önem taşımaktadır. Çünkü, konvertibilitenin kaldırılması “kredi genişlemesine konan sınırlamaların fiilen kaldırılması” anlamına gelmektedir.

“Kredi genişlemesine konan sınırlamaların fiilen kaldırılmış olmasının mali sistemde yarattığı sorunlar nelerdir?” sorusunun  temel olarak devletin finansmanına angaje olmuş durumda bulunan İngiltere Bankası açısından yanıtlanması kolaydır. Ancak bu sorunun taşra bankaları açısından yanıtlanması zordur. Çünkü, taşra bankaları da, İngiltere Bankası gibi, senet iskontosu işiyle uğraşmakla beraber; bu bankalar farklı coğrafi bölgelerde, farklı ekonomik gruplarla faaliyet göstermekte ve farklı nominal değere sahip banknot ihraç etmektedirler. Taşra bankalarının faaliyet gösterdiği coğrafyalarda, banknot miktarında ortaya çıkacak olan artış, o coğrafyalarda reel sektörün büyümesinden  yada fiyatlar genel düzeyindeki artışlardan kaynaklanabilecek olması, buraya kadar anlatılanlar çerçevesinde kritik noktayı oluşturmaktadır. Çünkü günümüzde halen devam etmekte olan “para arzındaki artışlar ile fiyatlar genel düzeyindeki artışlar arasındaki nedensellik ilişkisi nedir?” sorusuna ilişkin tartışmaların kökenini oluşturmaktadır.

Ancak, bu tartışmaların  nedenlerinin daha açık biçimde ortaya konulabilmesi amacıyla, tartışmaların yapıldığı ortama ilişkin ana kurumsal değişmelerin ortaya konulması önem kazanmaktadır. Bu gelişmelere kısaca değinilecektir. Çünkü, 1797 yılı sonrasında İngiltere Bankası’nın ihraç ettiği banknotların nominal büyüklükleri

değişmiş  ve genel olarak mali sistemde taşra bankalarının faaliyet alanını daraltıcı önlemler alınmıştır (Bu konuda bkz. Morgan, 1965). Bunların en önemlilerinden bir tanesi Londra bankalarının kurulmasıdır. Londra’nın o dönem İngiltere ekonomisindeki yeri ve rezervlerinin niteliği çok önemli sonuçlar yaratmıştır. Çünkü Londra bankalarının rezervleri büyük ölçüde İngiltere Bankası banknotlarından oluşuyor, Taşra bankaları ise rezervlerini büyük ölçüde Londra bakalarında bulunduruyordu (bkz. Wray,1991). Bu bağlamda, “bir bankanın yükümlülükleri ödeme aracı olanın yanısıra, diğer bankalarca geniş ölçüde rezerv olarak kullanılmaya başlanırsa sistemin işleyişi nasıl analiz edilecektir?” sorusu Fetter ( 1965: 35)’e göre, çok önemli hale gelmektedir. Çünkü, İngiltere Bankası banknotlarının ödeme aracı olarak kullanılmasının yanısıra diğer bankalarca rezerv olarak kullanılması İngiltere mali sistemininin “tek rezerv sistemine” doğru gelişme gösterdiğini ortaya koymakta ve İngiltere Bankası’nın merkez bankası konumuna gelme sürecini ifade etmektedir. Başka biçimde ifade edilirse, İngiltere Bankası banknot hacmi kontrol edilerek sistemde para arzının kontrol edilebileceği düşüncesini doğurmaktadır. Ancak, İngiltere Bankası da dahil olmak üzere, bankaların bulunduracakları rezervlere ilişkin yasal düzenlemeler olmayışı ve bunların yarattığı tartışma ortamı 1844 yılında banka imtiyaz yasasının çıkması ile sonuçlanmıştır denilebilir (Skaggs, 1991: 446). Yasaya göre, İngiltere Bankasının banknot ihraçları yüzde 100 altın karşılığına bağlanmış ve taşra bankalarının banknot ihraçları yasaklanmıştır (bkz. Schwartz (1993: 146). Buraya kadar kısaca özetlenmeye çalışılan süreçte para arzıyla ilgili tartışmalar, 1797-1821 döneminde “Bülyonist-Anti-Bülyonist” tartışması olarak, 1821-1845 döneminde “Bankacılık Okulu-Nakit Okulu” tartışması olarak ortaya çıkmıştır. Bülyonistlerin görüşleri Nakit Okulu’nun, Anti-Bülyonistlerin görüşleri Bankacılık Okulu’nun görüşlerinin temellerini oluşturduğu için burada Nakit Okulu ile Bankacılık Okulu arasındaki tartışmaların para ve bankanın evrim süreci açısından önemi ortaya konulacaktır.  Schwartz (1989: 41)’a göre, İki okul arasındaki tartışma, “karma para sistemi, yani altın ve

kağıt paranın birlikte var olduğu para sistemi nasıl işlemektedir?” ve  “para arzı bir kurala göre mi yoksa para otoritelerinin insiyatifine göre mi düzenlenmelidir?” soruları çerçevesinde ortaya çıkmaktadır.

Nakit Okuluna göre, fiyatlar genel düzeyindeki artışların nedeni, banknotların aşırı arzıdır. Bu açıdan karma para sisteminin de kağıt para sistemi gibi işlemesi için, banknotlar yüzde 100 altın karşılığı ihraç edilmelidir. Ancak bu gerekli olmakla birlikte yeterli  değildir. İngiltere Bankası’nın altın rezervlerindeki erimeye zamanında müdahale edebilmesi için para bir kurala göre arz edilmelidir (Humpherey, 1974: 83). İngiltere Bankası banknot hacimi ile taşra bankası banknot hacmi arasında sabit bir oransal ilişki olduğu varsayımı para arzının dışsal olarak kontrol edilebileceğini ima eden bu görüşlerin temelini oluşturmaktadır (bkz. Humpherey, 1993: 146). Bu bağlamda 1844 yasası nakit okulunun görüşlerini yansıtmaktadır.

Bankacılık Okulu ise, temel olarak paranın piyasaya çıkış mekanizmasının niteliği üzerinde durmaktadır. Smith’e göre, altın para yerine kağıt paranın kullanılıyor olması, ülkenin atıl kaynaklarını harekete geçirici etki yapmaktadır. Burada sistemi ataletten kurtarıp dinamik hale getiren unsur, Smith’in ifadesi ile “doğru bankacılık işlemleri” dir. A. Smith (1985: 233-70)’e  göre; en gerekli ve doğru olan bankacılık işlemleri, ülkedeki çalışmayı, ülke sermayesini arttırarak değil, bu sermayenin büyük bir bölümünü, tersi durumda olabileceğinden, daha etkin ve verimli kılmakla geliştirir. Bu çerçevede Smith’in temel sorunu bankacılık sisteminin gelişimi ve kağıt paranın tedavülünün, ülkenin üretken kapasitesi üzerindeki etkisini ve bunlardan doğan refah etkilerini ortaya koymaktır (Laidler, 1981: 187). Smith’in bu ana fikrinin temelini kağıt paranın altına konvertibl olması gerektiği düşüncesi oluşturur. Eğer bankalar tarafından ihraç edilen banknotlar altına tam konvertibl ise, bankaların banknot ihraçları fiyatlar genel düzeyini yükseltmez. Smith’e göre, banknotların altına konvertibilitesinin sağlanmasındaki ana faktör bankaların davranış biçimidir. Smith’in öngördüğü bankacılık işlemleri, ticari hayatın

gereksinmelerinin yarattığı kısa vadeli gerçek senetlerin iskontosuna dayanmaktadır. Smith’e göre, ekonomideki banknot hacmi ticari hayatın gereksinmelerince, diğer bir ifadeyle talep tarafından belirlenir (Perlman, 1989: 84).

Glasner (1992: 885), Smith’in bu görüşlerini ticari senet kuramının ilk versiyonu olarak nitelendirmekte ve bu haliyle kuramın bankaların likit durumda olabilmesi ve yeterli ödeme gücüne sahip olabilmesi açısından, tek bir bankaya yönelik pratik bir rehber olduğunu belirtmektedir. Glasner’e göre, tüm banka sistemi kuramın öngördüğü şekilde davranırsa, yani sadece kısa vadeli ticari senetler karşılığında banknot ihraç ederse, banknotların altına konvertibilitesi olmasa bile, ekonomide aşırı banknot arzı ve enflasyon sorunu olmayacaktır (bkz. Sargent ve Wallace, 1982: 1212-35; Laidler, 1984: 465-71). Çünkü, fiyatlar genel düzeyindeki artışların nedeni, kötü ürün dönemleri ve olağanüstü savaş harcamalardır (Laidler, 1989: 63-4). Ticari senet kuramı bu haliyle, fiyatlar genel düzeyinin istikrarına yönelik bir para politikası reçetesi haline gelmektedir. Gerek A. Smith’in görüşleri gerekse Ticari Senet Kuramı bağlamında değerlendirilsin, ana sorun paranın piyasaya nasıl çıktığıdır. Çünkü, taşra bankası banknotları, ticari hayatın gereksinmelerince talep tarafından yaratılan kredi parasını (credit money) temsil eder. Buna karşılık, İngiltere Bankası banknotları itibari parayı (fiat money), altın para ise mal parayı temsil eder. Bu anlamda, paranın niteliksel farklılıklarının ortaya konulması çok önemlidir. İngiltere Bankası’nın banknot ihraçları temel olarak devletin savaş harcamalarının finansmanına yönelik olduğu için, ticari hayatın fon gereksinmelerini yansıtmamaktadır. Kredi parası ise, ekonomik birimlerin harcamalarını banka kredileri ile finanse etme sürecinde, sözleşmelere bağlı olarak ortaya çıkar ve yine sözleşmelere bağlı olarak piyasadan çekilir. Yaratılan para, parayı yaratan ekonomik birimlerin bir borcudur. Mal ve hizmetlere yönelik harcamalar, ekonomik birimlerin ellerinde bulundurdukları kredi parasındaki artışlar nedeniyle yükselmez. Tersine, harcama düzeyindeki artış bankalara yönelik kredi taleplerini arttırarak,

 

kredi parası miktarının artmasına neden olur. Bu durum, para arzı ile harcama düzeyi arasındaki ilişkinin, para arzından harcamalara doğru değil, harcamalardan para arzına doğru olduğunu ve para arzının dışsal olarak kabul edilemeyeceğini, aksine içsel olduğunu ortaya koyar (Kaldor,1985: 185).

            Bu çerçevede Chick (1993: 81)’e göre, sistemin kredi parası yaratma olanaklarındaki genişlemeyi tanımlaması anlamında, mevduatların niteliğindeki değişme çok önemli hale gelmektedir. Çünkü bu aşamada, mevduatlar sadece tasarruf niteliğinde olmayıp, tüketim harcamalarının finansmanını sağlayan işlem balansları niteliğindedir. Mevduatların işlem balansları olarak kullanımı mevduatların bankacılık sistemine yeniden yatırılma oranını (redeposit ratio) yükseltmiş, kredi hacmindeki genişlemenin rezerv sızıntısı yaratmasını önlemiştir. Chick’e göre, bu aşamada mevduatlar (D), kredi hacmi (L) ve rezervler (R) arasındaki nedensellik ilişkileri şöyle ifade edilebilir:

                        DR ® DL ® DD

Niggle (1990: 446)’ye göre, kısmi rezerv bankacılığının yaygınlaştığı bu aşamada bankaların bulundurmaları gereken karşılıklara ilişkin yasal düzenlemeler var olmadığı için, mal para ile mal paraya konvertibl kağıt para arasındaki birebir ilişki ortadan kalmaktadır.

Ancak bu aşamaya ilişkin olarak dikkat edilmesi gerekli olan nokta, bankaların rezerv yaratıcı yeni mevduat kaynakları bulmak açısından pasif durumda olmalarıdır.Bu nedenle halkın nakit-mevduat tercihindeki değişim bankalara yönelik rezerv arzını belirleyen en önemli kaynak durumundadır. Bu son nokta önemlidir, çünkü bu aşamada bankaların hanehalkı ve firmaların “mevduatlarını yeniden yatırma oranlarını” tahmin etmeleri, bankaların likidite yönetimi açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Firma ve hanehalklarının “mevduatlarını yeniden yatırma oranları”, halkın nakit mevduat tercihine, bireysel düzeyde bankaların piyasa payına ve makro düzeyde de bankacılık sektörünün entegrasyon derecesine bağlıdır.

Tasarruf-yatırım ilişkisinin değişimi, bu aşamada, bankaların öneminin başka bir açıdan ortaya konulmasını mümkün kılmaktadır. Mevduatların ödeme aracı olarak kullanılmaya başlanması nedeniyle, yatırımlar tasarrufları belirler hale gelmekte; kredi verme sürecinde artık tasarruflar değil rezervler temel kısıt olmaya başlamaktadır. Bankalar kredi hacmini genişlettikçe sistemdeki ikincil mevduat miktarı artmaktadır. Bu durum yatırımların finansmanına ayrılan kaynakların artmasına; yatırımların artması, gelir düzeyini arttırarak ekonomide finansman olanaklarının genişlemesine neden olmaktadır. Bu çerçevede ele alındığında bu aşama mevduat çarpanı mekanizmasının yanısıra “Keynesyen çarpan mekanizmasının” işlemeye başladığı aşamadır. Aynı zamanda,  yatırımlarla tasarruflar arasındaki nedensellik ilişkisinin değişimi, “finansman” ve “tasarruf” kavramları arasındaki ayrışmaya işaret etmektedir. Bankaların göreli olarak gelişmeye başladığı ve hükümet tahvilleri gibi finansal araçların geliştiği bu aşama “Keynesyen likidite tercihi teorisinin” sahneye çıktığı aşamadır (Chick, 1988: 232).

            Buraya kadar yapılan açıklamalar ışığında bu aşamanın hem Keynesyen likidite tercihi teorisininin; hem Keynesyen çarpan mekanizmasının işlemeye başladığı hem de tasarruf ile finansman kavramlarınını farklılaşmaya başladığı aşama olması, “yatırımların finansmanın sürecinde bankaların rolü nedir?” sorusu etrafında yapılan teorik tartışmaların kökenini oluşturmaktadır. Literatürde, finansman ve tasarruf kavramları arasındaki ayrışma, Keynes’in Genel Teori sonrasında yazdığı makalelere dayalı olarak finansman güdüsüyle para talebi kavramı çerçevesinde yapılmaktadır.

            Genel Teori’nin yayınlanmasından sonraki tartışmalarda, Robertson (1937: 430), Ödünç Verilebilir Fonlar Teorisi çerçevesinde, “yatırımların tasarrufları değil, tasarrufların yatırımları belirlediği” görüşünü ortaya koymak üzere, planlanan yatırımlardaki artışların faiz oranlarını arttıracağını ve bu sorunun likidite tercihi teorisinde ele alınmadığını öne sürmüştür.

            Keynes, planlanan tasarruflardaki artışların faiz oranı üzerinde baskı yarattığı fikrini reddetmektedir. Ancak ortada bir gerçek bulunmaktadır: Çünkü planlanan yatırımlardaki artışlar ,çarpan mekanizmasıyla expost tasarruflar  doğmadan önce finanse edilmelidir. Diğer bir değişle, finansman gereksinmesinin ortaya çıkışı ile tasarrufların ortaya çıkışı arasındaki bu zaman farkı, planlanan yatırım artışlarının finansmanı sorununu ortaya çıkarmaktadır. Öyleyse planlanan yatırım artışları nasıl finanse edilecektir? Acaba planlanan yatırım harcamalarındaki artış faiz oranı üzerinde baskı yaratmaz mı? Eğer yaratırsa likidite tercihi teorisi geçerliliğini yitirmez mi? (Mc Gregor, 1988: 107)’a göre,  Keynes Genel Teori’de ele almadığı bu sorunlara finans güdüsü ile para talebi kavramı çerçevesinde cevap vermektedir. Keynes (1937a: 246) finans güdüsü ile para talebini şöyle açıklıyor: Yatırım kararı, yatırımlar tamamlanmadan yani tasarruflar ortaya çıkmadan önce, devam etmekte olan yatırım faaliyetinin sonucu olarak doğan aktif para balanslarından farklı olarak, geçici bir para talebini gerektirir. Diğer bir değişle çarpan süreci tamamlanmadan yani tasarruflar ortaya çıkmadan ve bu tasarrufları kimin yapacağı bilinmeden önce, planlanan yatırım artışlarına belli bir tasarruf tahsis edilmiş olmak zorundadır. Keynes, finans motifini açıklarken firmaların yatırım faaliyetlerine girişecek kadar kendilerini likit hissetmeleri için, başka ekonomik birimlerin, en azından belli bir süre, likidite düzeylerini düşürmeye razı olması gerektiğini özellikle belirtmektedir. Buna göre, firmaların planlanan yatırım artışlarından kaynaklanan bir finansman talebi varken, eğer bankaların ve halkın likidite tercihi değişmiyorsa, yani bankalar ve halk mevcut faiz oranı düzeyinde daha fazla ödünç vermeye istekli değilse, finansman talebindeki artış, faiz oranı artmadan sağlanması mümkün olmayan bir likit kaynak talebini gösterir. Bu nedenle Keynes’e göre, ekonomik faaliyet hacminin artmasında bankalar çok büyük bir öneme sahiptir. Keynes (1937b: 669) bu durumu şöyle dile getiriyor: “Bankalar düşük bir faaliyet düzeyinden yüksek bir faaliyet düzeyine geçişte anahtar bir role sahiptir. Eğer bankalar fon sağlama olanaklarını kısıtlarlarsa, kısa dönem kredi piyasasında

tıkanıklık doğacak bu ise faaliyet hacminin genişlemesini engelleyecektir. Expost yatırımları karşılayacak expost tasarruflar her zaman vardır. Yatırım piyasası tasarruf yetersizliği nedeniyle değil, nakit yetersizliği nedeniyle tıkanır. Bu olgu benim bu konuda vardığım en önemli sonuçtur”. Keynes burada , bankacılık sektörünün uygulamalarının niteliğinin altını çiziyor: Büyük Biritanya’da bankalar dolaşımdaki mevcut kredi ve mevduat hacmine çok büyük dikkat sarfederler. Fakat müşterilerinin kullanmadıkları overdraft olanaklarını o kadar yakından izleyemezler. Kullanılmayan overdraft olanaklarının toplam miktarı bilinemediği, yakından izlenemediği gibi, ne zaman kullanılacağı da bilinemez. Overdraft olanaklarının mevcut olduğu bir sistemde, cari faaliyetleri sürdürmenin yarattığı fon gereksinmelerine ek olarak, planlanan faaliyet hacmindeki artış nakit kaynaklar ve dolayısıyla faiz oranı üzerinde ek bir baskı oluşturmaz  (Keynes 1937b: 669).

Keynes’in planlanan yatırım harcamaları çerçevesinde finansman güdüsüyle para talebi kavramı, Post Keynesyen iktisatçılardan birisi olan P. Davidson tarafından, planlanan tüketim harcamalarını içerecek biçimde genişletilmiştir (bkz. Togay, 1998).

Graziani (1987: 28)’ye göre, finans güdüsüyle para talebi kavramının analize dahil edilmesi, Genel Teori’de yatırım-gelir-tasarruf şeklinde sunulan nedenselliğin, finansman-yatırım-gelir-tasarruf şekline dönüşmesine neden olmakta ve bu haliyle, analize banka davranışlarının dahil edilmesi, ekonomik sürecin“ dinamik bir parasal dolanım” olarak analizini mümkün kılmaktadır.

 

Üçüncü Aşama

 

Chick (1988: 233)’e göre, bu aşamanın temel özelliği bankalararası ödünç piyasasının kurulmasıdır. Bankaların yaratabileceği toplam kredi hacmi, bir bütün olarak, bankalara değişik biçimlerde gelen rezervelere bağlı olmasına rağmen, bankalararası para piyasasının kurulmuş olması mali sistemde fonların mobilizasyonunu arttırarak, mevduat çarpanının daha hızlı işlemesine neden olur. Banka kredileri, mevduatlar ve banka rezervleri arasındaki nedensellik ilişkileri ikinci aşamadakinin aynısıdır.

Niggle (1991: 145)’ye göre,  bu aşama merkez bankalarının kurulduğu aşamadır. Para politikası araçlarının kullanılmaya başlanmasıyla hem karşılıklar yasal bir zemine oturmakta hem de daha genel olarak bankaların kredi yaratma olanakları  üzerinde merkez bankasının belirleyicilik gücü artmaktadır. Bu aşamanın teorik çerçevesini parasal taban-para çarpanı analizi oluşturmaktadır. Başka biçimde ifade edilirse, ”para arzı kontrol edilerek ekonomide harcama düzeyi kontrol edilebilir’ anlayışının ve  “parasal kural” fikrinin gündeme geldiği aşamadır ve bu haliyle paranın, ticari bankaların ve  merkez bankasının değerlendirilmesinde Monetarist bakış açısının egemen olduğu aşamadır.

Bu aşamada paraya bakışın nasıl farklılaştığı Friedman’ın görüşlerinden hareketle ortaya konulabilir: Friedman (1956: 14)’a göre, “para çeşitli hizmetler sunan bir aktiftir. Para sahipleri, para stoklarına bir dolar ilave ederek yaratılan toplam hizmet akımı artışını, elde tutulan diğer aktiflerin her birinden bir dolar eksilterek ortaya çıkan hizmet akımı azalışına eşitleyinceye kadar, parasal depolarının hacmini değiştirirler”. Friedman parayı dayanaklı bir tüketim malı olarak el almakta ve marjinal fayda kavramı çerçevesinde değerlendirmektedir.

Bu aşamada bankalara yönelik bakış açısının nasıl değiştiği şu biçimde ortaya konulabilir: Monetarist düşüncenin temelleri Genel Denge anlayışına dayanır ve Genel Denge modellerinde temel inceleme konusu “mevcut kaynakların ekonomik birimler arasında dağılımı” , yani “değişim” dir. Oysa ki, gelişmiş finansal sisteme sahip ekonomilerde paranın ve para politikası müdahalelerinin varlığı, ekonomideki reel kaynak yaratım sürecini doğrudan doğruya etkiler (Minsky ve Fazzari, 1984: 103). Monetarist Genel Denge analizlerinde para, mübadele güçlüklerini aşmanın bir aracı olarak ele alındığı için,  paranın ve finansal kurumların dahil edilmesi, bu analizlere gerçekçilik kazandırmamaktadır. Bu modellerde  bankalar, ödünç verenler ve ödünç alanlar arasında bilgi oluşumunu sağlar ve işlemlerin etkinliğini arttırır. Finansal yeniliklerin rolü de bankaların işlem maliyetlerini düşürerek bu etkinliğe katkıda bulunmaktır. Dolayısıyla bankalar kendilerine yatırılan mevduatları ödünç veren basit aracılar olarak ele alınmaktadır. Çünkü, Friedman’ın analizinde para stokunun merkez bankası tarafından kontrol edilebileceği düşüncesi, başta bankalar olmak üzere para çarpanın büyüklüğünü belirleyen unsurların etkisinin ortadan kaldırılabileceği/ kaldırılması gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Friedman, parasal tabanın kontrolü ile para stokunun kontrolü arasındaki farklılığı  ortadan kaldıracak olan politika önermelerini reform olarak nitelendirmektedir. Bu reform önerileri içinde en önemlileri şunlardır: Bankalara yüzde 100 karşılık oranı uygulanmalıdır. Bankaların rezerv gereksinmelerini çok farklı türdeki finansal varlıklar aracılığı ile karşılama olanakları önlenmelidir. Yani çoklu rezerv sistemi tek rezerv sistemine dönüştürülmelidir (Friedman, 1960: 90-1). Bu iki  öneri, sistemdeki kredi parasının tamamen itibari para haline dönüştürülmesi gerekliliğine işaret etmektedir. Bankaların basit aracılar olarak ele alınmasının ve/veya basit aracılar haline getirilmesinin bir zorunluluk olarak görülmesinin   nedenleri şöyle ortaya konulabilir:

Neoklasik analizin temelini oluşturan mantıksal zaman tersine çevrilebilir bir zaman olduğu için mal ve faktör piyasalarında arz ve talep fazlaları anında giderilmekte ve dengesizlik fiyatlarından değişim yapılmamaktadır. Faktör piyasalarının mal piyasalarından daha önce dengeye gelmesi sözkonusu olmadığı için üretimin zaman almaması gerekmektedir (Akyüz, 1977: 135). Başka biçimde ifade edilirse, genel denge analizlerinde, şimdiki ve gelecekteki kararlar sanki tek bir zaman noktasında ele alınmakta ve bütün ödemeler eş anlı olarak yapılmaktadır. Doğal olarak böyle bir dünyada belirsizlik ve likidite  sorunu bulunmamaktadır. Buna karşın, gerçek dünyada üretim zaman alır ve üretim sürecinin etkin biçimde organize edilebilmesi geleceğe ilişkin parasal sözleşmelerin yapılmasını gerekli kılar. Üretim sürecinde temel ve ara giridilere yapılan ödemeler, nihai malın satış gelirlerinin elde edilmesinden önce yapıldığı için, bu sözleşmeler firmalar açısından finansman sorunu yaratır ( Davidson, 1980: 291). Bu açıdan ekonomik birimlerin fiyat yapıcı davranışları çok büyük önem taşımaktadır. Bilindiği gibi, ekonomik birimlerin fiyat yapıcı davranışları mark-up  fiyatlama davranışı çerçevesinde analiz edilmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde  ekonomik birimlerin fiyat yapıcı davranma süreçleri, ulusal gelirin karlar ve ücretler arasında dağılımı ile ilişkili hale gelmektedir. Geleneksel İktisat teorisinde, firmalar fiyat alıcı varsayıldığı için, firmaların fiyatlama davranışları yatırım ve finansman davranışlarıyla birlikte ele alınmamaktadır (Çapoğlu, 1991: 2-14). Oysa ki, parasal ekonomilerde üretim, belirsizlik ve finansman sorunları içiçe olduğu için, kredi yaratan kurumlar olarak bankalar çok büyük bir öneme sahiptir. Monetarist yaklaşımda tüm piyasalar gibi sermaye piyasaları da tam rekabetçi piyasalar olarak ele alınmaktadır. Tam rekabetçi bir sermaye piyasasında faiz oranı fon arz ve talebini eşitleyeceği için, yatırımların içsel fonlarla finanse edilmesiyle dışsal fonlarla finanse edilmesi arasında bir fark bulunmamaktadır. Çünkü, rekabetçi sermaye piyasalarında kredi maliyeti ile kredi mevcudiyeti arasındaki farklılık ortadan kalkmaktadır. Önemli olan kredi maliyetidir. Daha fazla borçlanmak isteyen firmalar, daha yüksek maliyete katlanarak, gereksinim duydukları fonları elde ederler. Bu durum doğal olarak bankaların rolünü basite indirgemektedir. Oysa ki, İşlem maliyetlerinin büyüklüğü, asimetrik bilgilenme gibi piyasa aksaklıklarının olduğu, yani sermaye piyasalarının tam rekabetçi olmadığı koşullarda finansman maliyeti ile finansman mevcudiyeti arasındaki ayırım önemli hale gelir. Bu konuda  yapılan bir çok çalışma sermaye piyasalarının tam rekabetçi özellikler taşımadığını ortaya koymaktadır. Bunun yarattığı temel sonuç şudur: Yatırımcı firmalar, içsel fon kullanımında karşı karşıya oldukları alternatif maliyete eşit koşullarda dışsal fon temin edemezler. Böyle bir yaklaşım doğal olarak bankaların önemini arttırmaktadır. Çünkü, dışsal fonların maliyeti, içsel fonları kullanmanın alternatif maliyetinden önemli ölçüde yüksekse, finansal aracılık süreci, kredilerin düzeyi ve dağılımı üzerinde çok

önemli bir rol oynar. Finansal kurumların faaliyet süreçlerindeki etkinliklerine bağlı olarak, firmaların dışsal fon kaynaklarına başvuru  ve yararlanma olanakları artar ya da azalır. (Fazzari, 1990: 37-8).

            Bunlara ek olarak, Monetarist yaklaşımda, Merkez Bankasının para arzını kurala göre düzenlemesi parasal sektörde dengeyi sağlayacağı için, merkez bankasının “nihai ödünç veren olma” gibi bir rol üstlenmesine gerek yoktur. Çünkü, Friedman’a göre, merkez bankasının reeskont politikası aracılığıyla  “nihai mukriz” rolünü üstlenmesi hem bankacılık sistemininde ahlaki risk sorunu yaratmakta, hem de finansal sistemde “duyuru etkisi” yaratarak ek bir istikrarsızlık kaynağı olmaktadır.

            Minsky ve Fazzari (1984: 101)’ye göre; Friedman’ın dile getirdiği  bu düşüncenin iki anlamı vardır; ya, monetaristlere göre merkez bankasının nihai mukriz olarak müdahalesini gerektirecek türden finansal istikrarsızlıklar ortaya çıkmaz; ya da finansal kriz ortaya çıktığında, bu durum kendi doğal akışına bırakılırsa, ekonomi açısından ciddi zararlar ortaya çıkmaz. Bu nedenle, monetarist yaklaşımın doğru olabilmesi  için finansal sistemleri gelişmiş ekonomileri genel denge durumuna yöneltecek doğal mekanizmalar var olmalıdır.

 

Dördüncü Aşama

 

Bu aşama bankaların, merkez bankasının uyguladığı kısıtlamalardan kurtulmak için yeni finansal araçlar geliştirmeye başladığı aşamadır. Çünkü, merkez bankasının para stokunu kontrol etmeye yönelik politikalarının finansal sistemde likidite sorunları yaratmaya başlaması, bankaların kar maksimizasyonu davranışı çerçevesinde, finansal yeniliklerin yaygınlaşmaya başlaması sonucunu doğurmaktadır. Finansal yenilik süreci, bankaların yasal düzenlemelere tabi olmayan yükümlülükler ihraç etmesini olanaklı kılmaktadır. Bu aşamada  etkin bir bankalararası para piyasasının gelişimi, sistemin tümü açısından fonların mobilizasyonunu arttırarak,  bireysel düzeyde bankaların bulundurması gereken atıl rezerv düzeyinin  azalmasına ve bankacılık sisteminin bir bütün olarak veri bir rezerv düzeyi ile maksimum kredi hacmine ulaşmasını olanaklı kılmaktadır (Niggle ,1990: 447).

            Finansal yenilik sürecinde; firmalara sunulan overdraft olanakları,  tüketicilere yönelik kredi kartı ve tüketici kredileri gibi uygulamalar iki temel sonuç yaratmaktadır: ilk olarak, banka bilançolarının aktif kompozisyonunu değiştirmekte, aktif kompozisyonu içinde, kredilerin payı artmaya başlamaktadır (Chick, 1993: 87). İkinci olarak, bankaların kendi varlıkları üzerindeki denetimleri tedricen azalmakta, talep tarafından belirlenir hale gelmektedir. Yani bu aşamada piyasadaki para, büyük ölçüde talep tarafından belirlenen kredi parasından oluşmaktadır.

            Bu açıdan Moore (1985: 9)’a göre,  banka varlıklarının ne kadarının pazarlanabilir varlıklardan (nakit rezervler ve menkul kıymetler) oluştuğu, ne kadarının pazarlanamayan ya da pazarlanması çok güç varlıklardan (krediler) oluştuğu, mutlaka analize dahil edilmelidir. Monetarist yaklaşımda bu ayırım yapılmadığı için, bankaların kazanç getiren varlıklarını (menkul kıymetler, krediler) ve böylece mevduat hacmini kendi insiyatifleri ile serbest rezerv durumlarına bağlı olarak arttırabildikleri ve azaltabildikleri varsayılmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak, Portföy Tercihi Teorisi çerçevesinde bankalar rezerv portföylerinin hacmi ile kredi portföylerinin hacmi  arasında seçim yapmak durumunda olan, portföy yöneticileri olarak ele alınmakta; bir rezerv yetersizliği ile karşılaştığında bankaların bazı varlıklarını satarak rezerv temin ettikleri varsayılmaktadır. Bu türden bir yaklaşım sonucu, Monetarist yaklaşımda bankalar gerek parekende ve gerekse toptan fon piyasalarında fiyat alıcı (miktar belirleyici) olarak analiz edilmektedir. Oysa ki, banka bilançolarının kompozisyonu konjonktürel olarak ve finansal sistemin gelişmişlik derecesine bağlı olarak değişmektedir. Eğer bankaların varlıklarının tamamı  pazarlanabilir varlıklardan oluşsaydı, merkez bankası açık piyasa işlemleri aracılığıyla para stokunu dışsal olarak arttırabilir ve azaltabilirdi. Ancak, bankaların varlıklarının büyük ölçüde kredilerden oluşuyor olması açık piyasa işlemlerini asimetrik hale getirmektedir: Yani, merkez bankası açık piyasa işlemleri aracılığıyla para stokunu artırabilmekte ancak azaltamamaktadır (Moore, 1989: 15).

Banka bilançolarının yapısında ortaya çıkan değişim,  merkez bankasını, “nihai mukriz” olma rolünü üstlenmeye zorlamaktadır. Ancak, merkez bankasının nihai mukriz  fonksiyonunun belirginleşmesiyle bankaların merkez bankasına yönelik rezerv talepleri, ekonomik birimlerin bankalara yönelik kredi taleplerine duyarlı hale gelmektedir. Bankaların ek rezerv temin etme konusunda merkez bankasına bağımlılığını arttıran bu süreç, “para politikası uygulamalarında merkez bankasının nihai hedefi ne olmalıdır?” sorusunu çok önemli hale getirmektedir. Merkez bankasının temel görevinin finansal sistemin istikrarını sağlamak olduğu ve para politikasının banka bilançolarının likiditesinden daha çok karlılığı üzerinde rol oynamak zorunda olduğu düşüncesi yaygınlık kazanmaktadır. Ancak bu zorunluluk merkez bankasının finansal sistemin istikrarını sağlama göreviyle birleştiğinde, merkez bankası açısından paranın miktarının değil fiyatının, yani faiz oranlarını kontrol etmesi ön plana çıkmaktadır. Bu anlamda bakıldığında, bankaların kredi hacimlerindeki artışın yaratacağı parasal genişleme, merkez bankası tarafından sisteme enjekte edilen rezervin arz esnekliğine ve bankalara yönelik kredi taleplerinin faiz esnekliğine bağlıdır. Chick’e göre, dördüncü aşamanın tam olarak geliştiği 1970’lerde bir çok iktisatçının hem fikir olduğu nokta şudur: Bankalara yönelik kredi taleplerinin faiz esnekliği çok düşük; merkez bankası rezerv arz fonksiyonunun esnekliği ise, sabit faiz uygulamasını ima edecek derecede yüksektir.

Moore ve Thregold (1985: 65-78)'un İngiltere'ye ilişkin 1965-1981 dönemini kapsayan çalışmasının sonuçlarına göre, banka kredilerinin önemli bir bölümü ticari ve endüstriyel kuruluşlara verilen kredilerden oluşmakta ve bu kredilerin yaklaşık yüzde 60'ı kredi taahhütleri çerçevesinde verilmektedir. Firmaların ticari bankalara yönelik kredi talepleri, temel olarak firmaların çalışma sermayesi gereksinmelerince belirlenmektedir. Firmaların çalışma sermayesi gereksinmeleri ise, işgücü maliyetleri, hammadde maliyetleri, stok maliyetleri ve vergi maliyetlerince belirlenmektedir. Üretim , zaman alan bir faaliyet olduğu için, maliyet unsurlarındaki artış yada bu maliyet unsurları artmasa bile üretim hacmindeki artış, firmaların çalışma sermayesi gereksinmesini arttırır. Moore'a göre, çalışma sermayesini arttıran faktörlerin en önemlisi ücret maliyetlerindeki artıştır. Ücretler arz ve talep koşullarınca değil, işçilerle işverenler arasındaki açık ve üstü örtülü sözleşmeler aracılığıyla belirlenir. Ancak bu sözleşmeler aracılığıyla belirlenen reel ücretler değil nominal ücretlerdir. Firmaların uyguladığı mark-up'ın değişmediği varsayılırsa, mal fiyatları işgücü maliyetleriyle birlikte artacaktır. Mal ve hizmet piyasasında oluşan fiyatlar, reel ücretleri ve dolayısıyla işçilerin, gelir dağılımından daha fazla pay alma mücadelesinin derecesini belirler ki reel ücretler düşerken ,firmaların uyguladığı mark up artarsa, bu mücadele daha da şiddetlenir. Yani nominal ücretler kurumsal faktörlerce dışsal olarak belirlenirken, reel ücretler mal piyasasında içsel olarak belirlenir. Nominal ücretlerin ortalama işgücü verimliliğinden daha hızlı artması, enflasyonun temel nedenidir.

Moore'a göre bu olanaksızlığı perçinleyen temel olgu, bankalara yönelik kredi talebinin faiz esnekliğinin düşük oluşudur. Bu anlatılanlara göre, ücretlerdeki artışlar mal fiyatlarındaki artışları; mal fiyatlarındaki artışlar para arzındaki artışları belirler. Çünkü, parekende fon piyasalarında bankalar fiyat belirleyici ve miktar alıcıdır. Belirledikleri faiz oranlarından kendilerine yönelik tüm kredi taleplerini karşılarlar (Moore, 1988: 55). Merkez bankası ise, iskonto politikası aracılığıyla belirlediği faiz oranından bankaların tüm rezerv taleplerini karşılar.Yani bu aşamada banka bilançolarının değişen yapısı merkez bankasının her zaman nihai ödünç veren rolünü oynamasına neden olur ki, bu banka davranışlarındaki değişimin önemini ortaya koyar.

Bu aşamada, mevduatlar, rezervler ve kredi hacmi arasındaki nedensellik ilişkisi şu biçimdedir:

 

                        DLd = DL ® DD ® DR

            Burada,

            DLd : Bankalara yönelik kredi talebindeki değişme, 

DL: Cari kredi hacmindeki değişmedir.

            Bankalara yönelik kredi talepleri cari kredi hacmini, kredi hacmi mevduat hacmini ve mevduat hacmi banka rezerv hacmini belirler.

Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde ele alındığında, dördüncü aşama bankalara yönelik bakış açısının değişmesi zorunluluğunun ortaya çıktığı aşamadır. Çünkü, dördüncü aşamaya ulaşılması, ek rezerv elde etmenin marjinal maliyeti veri iken, kredi genişlemesinin marjinal karlılığı ve bunun yarattığı sonuçların analizine yönelik yeni bir bankacılık teorisinin geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. Niggle (1991: 147)’ye göre, bunlara ek olarak, finansal piyasaların uluslararasılaşması para arzının içselliğini arttırarak, merkez bankasının yurt içi kredi hacimi ve para stoku üzerindeki denetim gücünü azaltır. Bu haliyle bu aşama, Monetarist-Keynesyen tartışmasının en yüksek noktaya çıktığı aşamadır.

 

Beşinci Aşama

 

Bu aşama borç yönetimi uygulamalarının yaygınlaştığı aşamadır. Pollin (1991: 376)’e göre, borç yönetimi gibi finansal yeniliklerin var olması merkez bankasının her zaman nihai ödünç veren rolünü oynamadığının; bankalara yönelik miktar kısıtlamaları uyguladığının bir göstergesidir.

İkinci aşamadan sonra, mevduatlar rezerv mevcudiyetine bağlı olarak bankaların kredi politikalarının pasif sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. Yani, banka bilançolarındaki temel değişim, bilançoların aktif yapısında ortaya çıkmaktadır. Beşinci aşamada ise, borç yönetimi uygulamaları bankaların fon kaynağı elde etme olanaklarını arttırmaktadır ve banka bilançolarındaki ana değişim pasif yapısında ortaya çıkmaktadır. Aktif yönetim bankacılığının egemen olduğu dönemlerde bankalar likidite gereksinimi içinde olduklarında ya varlıklarını satıyorlar yada merkez bankasından borçlanıyorlardı. Bu nedenle, bankalar önemli ölçüde ikincil rezerv bulundurmak ve bu anlamda da kredi portföyü ile rezerv portföyünün büyüklüğü arasında bir portföy tercihi yapmak zorunda kalıyorlardı. Mevduat sertifikası, repo gibi toptan fon piyasalarının gelişimi, bankaların kredi taahhütleri çerçevesinde miktar alıcı olma yeteneği göze çarpıcı biçimde artmıştır. Çünkü, borç yönetimi uygulamalarıyla birlikte bankalar yükümlülük yapılarını veri olarak alıp aktif hacimlerini buna göre genişletmek yerine, hedefledikleri finansal aracılık hacminin düzeyine uygun olarak aktif büyüme hedefi koymaya ve yükümlülüklerini buna uygun biçimde yönetmeye başlamışlardır. Böyle bir atmosfer, ticari bankaların finansal aracılık fonksiyonlarının yönüyle ilgili farklı bir bakış açısının oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Wray (1993: 544)’a göre, bankacılık sektörünün finansal aracılık faaliyetlerinin yönü, ödünç  verenlerden (mevduat sahiplerinden) ödünç alanlara (kredi talep edenlere) doğru değil, ödünç alanlardan ödünç verenlere doğrudur. Bireysel düzeyde tek bir banka açısından bakıldığında, banka ilk önce mevduat kabul ediyor ve daha sonra kredi veriyor gibi görünmektedir. Ancak bankacılık siteminin tümü açısından bu süreç tersine işlemek zorundadır. Bu bağlamda ele alındığında,  kredi arzı ve kredi talebinin ve dolayısıyla para arzı fonksiyonun para talebi fonksiyonundan bağımsız olarak tanımlanması olanaksız hale gelmektedir.

Bu aşamada, bankaların mevduat hacmi, kredi hacmi ve rezervler arasındaki nedensellik ilişkisi şu biçimdedir

                        DLS = DL ® DD ® DR

DLS : Bankaların kredi arzında ortaya çıkan değişme,

             DL: Cari kredi hacminde ortaya çıkan değişmedir.

Buna göre, bankaların kredi arzı cari kredi hacmini, kredi hacmi mevduat hacmini ve mevduat hacmi banka rezerv hacmini belirler; bankaların rezerv mevduat oranı giderek azalır.Bu durum

 

bankalar açısından, piyasa payını arttırma amacını öne plana çıkarmakta, satış maksimizasyonu davranışı kar maksimizasyonu davranışının önüne geçmektedir.

            Chick (1988: 234)’e göre, borç yönetimi uygulamaları aracılığı ile parekende fon piyasası araçlarının yanısıra toptan fon piyasası araçlarının yaygınlaşması, fon kaynakları üzerinde bankalararası rekabeti arttırarak; kredi ve mevduat faiz oranları üzerinde ve dolayısıyla bankaların likidite düzeyi ve kar marjları üzerinde baskı yaratmaktadır.  Bu ise, finansal yeniliklerin yaygınlaşması sürecinde ekonomide finansman biçimleri değiştiği için çok önemli sonuçlar doğurmaktadır. Minsky güvenli finansman, spekülatif finansman ve ponzi finansmanı olmak üzere üç farklı finansman biçimi tanımlamaktadır. Minsky bu üç finansman biçimini şu biçimde tanımlamaktadır: Güvenli finansman, bir ekonomik birimin beklenen gelir akımlarının her zaman ödeme yükümlülüklerinden daha fazla olması ve bu ikisi arasında önemli bir marj olması durumudur. Güvenli finansman biçiminde önemli olan, sadece elde edilmesi umulan toplam gelirlerin toplam ödeme taahhütlerinden daha yüksek olması değil, aynı zamanda ele alınan yatırım dönemi içindeki her yıl için beklenen gelir akımlarının borç servis ödemelerinden daha büyük olmasıdır. Bu tür finansman biçiminde, elde edilmesi umulan gelir akımlarının şimdiki değeri ödeme yükümlülüklerinin şimdiki değerinden daha büyüktür. Dolayısıyla güvenli finansmana angaje olmuş bulunan ekonomik birimlerin net değeri her zaman pozitiftir. Spekülatif finansman biçiminde ise,  beklenen toplam gelir akımları toplam ödeme yükümlülüklerini aşmaktadır. Ancak, yatırım projesi içindeki her yıl itibarı ile beklenen gelir akımları borç servis ödemelerini karşılayamamaktadır. Bu nedenle, kısa vadeli borçların faiz ödemelerini karşılayabilmek için, spekülatif ekonomik birimler borçlanmak zorundadır. Spekülatif finansmana angaje olmuş bir ekonomik birim, yakın gelecekte gelir akımları ile ödeme yükümlülüklerinin tamamını karşılayamamasına rağmen, pozitif bir net değere sahiptir. Çünkü, bu birimlere ilişkin olarak, beklenen nakit akımların şimdiki değeri, ödeme taahhütlerinin şimdiki değerinden daha büyüktür. Spekülatif birimler ödeme taahhütlerini, yeni borçlanmalarla sağlayacakları fonlar aracılığıyla, ödemeyi ümit eden birimlerdir. Çünkü, spekülatif bir ekonomik birime yönelik olarak ödünç verenlerin ve ödünç alanların değerlendirmesi şudur: Bu birimler borçlarını ödeyebilirler ve kendi finansal pozisyonlarının yeniden finansmanını sağlayabilirler. Ponzi finansmanı, spekülatif finansmanın bir türüdür. Ponzi finansmanında nakit ödeme taahhütleri her zaman nakit gelir akımlarından daha büyüktür. Bu nedenle, bu ekonomik birimler sadece faiz ödemeleri için değil, ana para ödemeleri için de borçlanmak yani borçlarını sürekli olarak arttırmak zorunda olan ekonomik birimlerdir. Ponzi finansmanına angaje olmuş olan bir ekonomik birim, mevcut borçlarını ödeyebilmek için borç stokunu sürekli olarak arttırmak zorunda olan ekonomik birimdir. Ponzi finansmanına angaje olmuş bir ekonomik birim büyük bir olasılıkla negatif net değere sahiptir. Güvenli finansmana angaje olmuş bir ekonomik birim, sadece yer aldığı mal ve hizmet piyasalarındaki olumsuz gelişmelerden zarar görür iken, spekülatif finansmana angaje olmuş ekonomik birimler bunun yanısıra, üç faktörün olumsuz etkisi altında bulunmaktadır (Minsky, 1977b: 12);

·      Spekülatif finansmana angaje olmuş ekonomik birimler, borçlarını yeniden finanse etme çabalarında finansal piyasaların değişen taleplerini karşılamak zorundadır. Faiz oranlarındaki bir artış, nakit ödeme tahhütlerinin nakit gelirlerine göre daha fazla artmasına neden olabilir.

·      Spekülatif finansmana angaje olmuş ekonomik birimlerin, varlıkları yükümlülüklerine göre daha uzun vadeli olduğu için, kısa ve uzun vadeli faiz oranlarındaki bir artış, aktiflerin piyasa değerinin yükümlülüklerin piyasa değerinden daha yüksek oranda düşmesine yol açar.

·      Finansal piyasalarda, ödünç veren ve ödünç alan ekonomik birimler açısından “kabul edilebilir” olarak nitelendirilen yükümlülük yapıları objektif bir kritere dayanmamakta, aksine subjektif yargılarca belirlenmektedir. Bu nedenle, nakit ödeme taahhütlerinin hacmine göre nakit gelir akımlarında ortaya çıkacak bir yetersizlik, hızlı bir biçimde ekonomik birimlerce arzu edilen ve kabul edilebilir olan yükümlülük yapılarının değişmesine yol açabilir.

            Buna göre, ekonominin toplam likiditesi içinde itibari paranın göreli önemi düşerken, yani kredi parasının mali sistem içindeki payı artarken; güvenli finansman biçimleri spekülatif finansmana, spekülatif finansman biçimi ponzi finansmanına dönüşmekte;  sonuçta ekonomide finansal krizlere elverişli ortamlar doğmaktadır.

            Bu çerçevede,  Minsky’e göre bir finansal yapıda hangi tür finansman biçiminin yaygın olduğu önem kazanmaktadır. Minsky (1977a: 144)’e göre, eğer bir finansal yapı, güvenli finansman biçiminin yaygınlığı ile karakterize ediliyorsa, faiz oranlarındaki hızlı artışlardan ve yüksek faiz oranlarından çok az sayıda firma olumsuz yönde etkilenir. Çünkü, güvenli finansmanın yaygın olduğu bir finansal atmosferde, faiz oranlarında şiddetli dalgalanmalar ortaya çıkmaz ve faiz oranlarında ortaya çıkacak olan artışlar finansal sistemi olumsuz yönde etkilemez. Bu koşullarda Merkez Bankası açısından bir “parasal kural” uygulamak güvenli ve doğru bir davranış tarzıdır. Oysa ki, spekülatif finansman ve ponzi finansmanına angaje olmuş ekonomik birimlerin fon taleplerinin faiz esnekliği düşük olduğu için, faiz oranlarındaki artış  hem bu finansman biçimlerinin yapısındaki bozukluğu arttırmakta; hem de faiz oranları üzerinde yükseltici baskı yaratmaktadır. Spekülatif finansman ve ponzi finansmanının faiz oranlarındaki artışa duyarlılığı, yatırımların yapılma sürecinde söz konusu olan riskler bağlamında değerlendirildiğinde çok büyük bir önem kazanmaktadır. Çünkü, yatırımların finansmanı sürecinde “ödünç verenin riskinin ve ödünç alanın riskinin” söz konusu olması ekonominin reel sektörü ile parasal sektörü arasındaki bağları organik hale getirmektedir.

            Fazzari (1992: 125-7)’ye göre, firma açısından dışsal fon maliyetleri ile içsel fon kullanmanın maliyeti arasındaki fark ödünç verenin riskini telafi etmek amacıyla doğan bir farktır. Bu anlamda “ödünç verenin riski” fon talep eden firmalarla, fon arz eden bankalar arasında asimetrik bilgilenmenin varlığından kaynaklanır.

            Minsky (1975: 109-10)’e göre ödünç alanın riski ile ödünç verenin riski arasındaki temel farlılık şudur: Ödünç alanın riski subjektiftir. Girişimcilerin kendi öznel değerlendirmeleri sonucunda doğmaktadır. Oysa ki, ödünç verenin yani bankaların karşı karşıya olduğu riskler, fon talep edenlerle bankalar arasında yapılan sözleşmelerde yer alır, objektif bir faktördür. Ödünç verenin riski sözleşmelerde, daha yüksek faiz oranları, vadelerin kısalması, maddi teminat koşulları, verilen kredinin belli projelerde kullanılmasının taahhüt edilmesi gibi, farklı biçimlerde yer alır. Bu durum  fon arz eden kurumlar olarak bankaların önemini ortaya koymaktadır. Çünkü, yükümlülükleri kabul edildiği sürece, isteyen her ekonomik birim para yaratabilir.

            Minsky (1986: 105)’nin de belirttiği gibi, kapitalist ekonomilerde bankaların temel fonksiyonu hangi ekonomik birimlerin hangi tür yükümlülüklerinin kabul edileceğinin belirlenmesidir. Bu nokta çok önemlidir, çünkü Wray (1989: 979)’a göre, parasal bir ekonomide açık finansman olanakları genişlemeden ne harcama düzeyinin ne de gelir düzeyinin artması mümkün değildir. Ancak Wray (1991: 961)’ın belirttiği gibi, açık finansmanın ekonomik büyümeyi sağlayabilmesi için, bazı ekonomik birimlerin açık finansman düzeyi arttarken bu artışı nötralize edecek biçimde diğer ekonomik birimlerin harcama düzeyleri düşmemelidir. Bu durum, aktifleri pasiflerinden daha uzun vadeli olan ve bu haliyle spekülatif finansmana angaje olmuş durumda bulunan ticari bankalar açısından sağlam bir finansal yapıya sahip olmanın önemini arttırmaktadır.

            Minsky’e göre, ticari bankaların aktiflerini finanse etmede artan ölçüde borç yönetimi uygulamalarına yönelmiş olmaları, bu angajmanın boyutlarını büyütmüştür. Bu anlamda ele alındığında,  pasif yönetimi bankacılığı aktif yönetimi bankacılığına göre daha spekülatiftir. Bankaların sağlam bir finansal yapıya sahip olmaları gerekliliği çerçeçevesinde ele alındığında burada çelişkili bir durum söz konusudur. Spekülatif finansmana angaje olmuş ekonomik birimler, bilançolarında önemli bir büyüklükte atıl para ve likit varlık bulundurmak zorunda olan ekonomik birimlerdir. Bu saptama, banka davranışlarının değerlendirilmesi açısından önemlidir. Çünkü bankalar, doğal olarak spekülatif organizasyonlar olarak kasalarında atıl rezerv bulundurmak durumundadırlar. Ancak, Minsky’e göre, burada olumsuzlukları besleyen içsel bir süreç vardır: Ekonomide spekülatif finansman biçiminin yaygınlaşması faiz oranlarını arttırmakta, bu ise bankalar açısından atıl fonların alternatif maliyetini giderek yükseltmektedir. Diğer bir ifadeyle,  spekülatif finansmanın toplam finansman içindeki göreli payı arttıkça, bankalar giderek daha az atıl rezerv bulundurmaktadırlar.

Buraya kadar anlatılanlar çerçevesinde şu saptama yapılabilir: Beşinci aşamada temel sorun, borç yönetimi uygulamalarının yaygınlaşması nedeniyle finansal yapının kırılgan hale gelmesidir. Bu aşama bankaların kredi hacminin arttığı, likidite dayanaklarının azaldığı bir aşamadır. Bu bağlamda ele alındığında, bu aşamada mali sistemin istikrarına yönelik olarak yapılan tartışmalar, likidite sorunundan daha çok ödeme gücü ve sermaye yeterliliği sorunları üzerinde yoğunlaşmakta; yani tartışmanın odağı değişmektedir.Bu sebeple, spekülatif  finansmanın yaygınlaştığı kırılgan bir finansal yapıda, merkez bankasının para stokunu denetlemeye çalışması finansman piyasalarındaki koşulları göz ardı etmesi büyük bir hatadır. Diğer bir ifadeyle, şimdiki değerler tersine dönerken;güvenlik marjları düşerken; ponzi finansmanı yaygınlaşırken, para otoriteleri para stokunu değil faiz oranını kontrol etmeye çalışmalıdır.

            Minsky’e göre, merkez bankası açısından tek evrensel kural, merkez bankasına herhangi bir evrensel kural dikte edilemeyeceğidir. Finansal sistem sağlam bir yapıya sahip iken, merkez bankasının nihai mukriz fonksiyonuna gerek duyulmaz, ancak finansal yapının kriz içinde olduğu durumlarda merkez bankasının temel görevi nihai mukriz  rolünü üstlenmektir. . Bu nedenle, Minsky ve Ferri (1990:133-4)ye göre, geleceğin belirsizliği üzerine inşa edilmiş bulunan likidite tercihi teorisi, niçin

bir merkez bankasına gereksinim olduğunu ve krizlerden kaçınılabilmesi için kapitalist ekonomilerde merkez bankasının niçin müdahale etmek zorunda olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Altıncı Aşama

 

Chick (1993: 90-1)’e göre, bankaların likidite sorunları temel olarak aktiflerin vade yapısıyla pasiflerin vade yapısı arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Altıncı aşamanın temel özelliği, bu zıtlıktan kurtulmanın bir aracı olarak ortaya çıkan “menkul kıymetleştirme” uygulamalarıdır. Menkul kıymetleştirme uygulamaları banka varlıklarının piyasa faiz oranlarındaki değişmeye duyarlılığını arttıran bir uygulamadır. Daha genel olarak ifade edilirse, bu aşamada bankalar kendilerine yönelik olarak uygulanacak “sermaye yeterliliği kriterinin” kısıtlamalarından kurtulmak amacıyla “bilanço dışı uygulamalara” yönelmektedirler.

 

Yedinci Aşama

 

Chick (1993)’e göre, bu aşama 1990’lar ve sonrasını tanımlayacak olan bir aşamadır. Bu aşama örneğin, Avrupa parasal birliğinin söz konusu edildiği; elektronik para tartışmalarının ortaya çıktığı, teknolojik gelişmeler bağlamında “nakit para kullanılmayan bir toplum olabilir mi?” sorusunun önem kazandığı bir aşamadır. Elektronik para, paranın evrim süreci açısından çok önemli ve farklı bir aşamayı temsil etmektedir. Örneğin, dünyanın başta gelen iki büyük ödeme kartı konsorsiyumundan birisi olan Master Card’ın İngiltere’de gelişen bir plastik kart olan Monddex’in kontrolünü ele geçirerek- daha yaygın kullanıma sahip olacağı düşünülen “elektronik cüzdan” geliştirme çalışmaları yaptığı bilinmektedir. Elektronik paranın özel sektör tarafından ihraç edilebilmesi ve kullanımının yaygınlaması, para politikası uygulama süreci açısından büyük sorunlar yaratabilecek bir gelişmedir.

 

Laster ve Wenninger (1995)’e göre elektronik paranın yaygınlaşması, devletin elde ettiği senyoraj gelirlerinin azalmasına neden olacaktır. Bunun yanısıra kara para aklama operasyonları daha değişik bir nitelik alacaktır. Özel bankaların yanısıra özel şirketlerin de elektronik para ihraç etmesi durumunda, ekonominin para yaratma kapasitesinin  nasıl denetleneceği ve bu süreçte zorunlu karşılık oranlarının tekrar bir politika aracı olarak önemli hale gelip gelmeyeceği ve bunların toplu bir sonucu olarak geleneksel parasal büyüklüklerin yeniden nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkin sorunlar tartışma gündemine gelmektedir.

 

3. DEĞERLENDİRME

 

Bu bölümde ilk olarak para politikasının uygulama süreci incelenmiştir. Para politikasına ilişkin  tartışmalar, paranın ve bankacılık sektörünün evrim sürecinden bağımsız olarak ele alınamayacağı için, para politikası  tartışmaları paranın ve banakacılık sektörünün evrim süreci bağlamında incelenmiştir. Bu incelemeler para politikalarının paranın niteliğinden bağımsız olarak formüle edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Çünkü paranın niteliği, para yaratan kurumlar olarak merkez bankası ve bankaların rollerini farklılaştırmaktadır. Paranın ve bankacılık sürecinin evrim süreci esas itibarıyla “para arzının içselliği dışsalllığı tartışmasının” ortaya çıkma ve yaygınlaşma sürecini yansıtmaktadır. Monetarist yaklaşımda ve Neo-Klasik Sentez’de (IS-LM analizi) para arzı para otoritelerinin kontrolünde olan dışsal bir değişken olarak ele alınmaktadır. Oysa ki Post-Keynesyen iktisatçılara (B.J. Moore, L.R. Wray, H. Minsky, N. Kaldor, P. Davidson vd.) göre, para arzının büyüme oranı, temel olarak hane halklarının firmaların ve bankaların davranışları sonucunda ekonomik hayatın gereksinmelerince belirlenir. Post Keynesyen İktisatçılara göre, ekonominin reel sektörünün yarattığı fon gereksinmeleri tarihin her döneminde, mevcut  finansal yapı ve kurumlar üzerinde baskı yaratmıştır. Bu baskılar sonucu paranın niteliği ve kapsamı sürekli olarak değişmiştir. Bankaların kredi yaratma sürecinde ortaya çıkan kredi parası niteliksel olarak mal para ve itibari paradan farklıdır. Çünkü kredi parası sadece bir aktif değil aynı zamanda bir yükümlülüktür. Bu anlamda mal para ve itibari paranın aşırı arzı söz konusu olabilir. Ancak kredi parasının aşırı arzı söz konusu olamaz. Mal para ve itibari para sistemin para arzı dışsal bir değişken olarak ele alınabilir. Kredi parası ise ekonominin gereksinmelerince belirlenen içsel bir değişkendir. Bu bağlamda ele alındığında modern finansal sistemlerde para arzının merkez bankaları tarafından dışsal olarak kontrol edilip edilemeyeceğini belirleyen en önemli faktör ekonominin toplam likiditesi içinde itibari paranın payıdır. Çünkü finansal yenilik süreci ekonominin toplam likiditesi içinde itibari paranın göreli önemini azaltmaktadır.

Merkez bankasının uygulaması gereken politikaların belirlenmesinde, finansman biçimlerinde ortaya çıkan değişme büyük bir öneme sahiptir. Çünkü finansal yenilik sürecinde ekonomide finansman biçimleri değişmektedir. Bu nedenle Minsky (1986)’nin yaptığı saptmalar önemlidir. Minsky’e göre finansal yenilikler yaygınlaştıkça ekonomide faiz oranları artmakta, bunun sonucunda “güvenli finansman”, “spekülatif finansmana”, spekülatif finansman “ponzi finansmanına dönüşmektedir. Spekülatif finansmanın yaygın olduğu bir ekonomide, merkez bankaları açısından doğru olan yaklaşım paranın miktarını değil fiyatını (faiz oranını) kontrol etmektir. Ancak bir finansal sistem “güvenli finansmanın yaygınlığı ile karakterize ediliyorsa “parasal kural uygulamak” doğru bir yaklaşımdır. Bu son nokta “Parasal reform önerilerinin Değerlendirilmesi ve Sonuç” adlı dördüncü bölümde Türkiye ekonomisine yönelik olarak yapılacak olan önerilerin formülasyonunda önemli bir yere sahiptir.

Özetle, bu bölümde birinci alt başlıkta incelenen para politikası uygulama süreci para politikası uygulama süreciyle ilgili standart yaklaşımı ortaya koymaktadır. Ancak paranın ve bankacılık sisteminin evrim sürecine yönelik analizler, bir ülkenin finansal yapısı geliştikçe bankaların para yaratma sürecindeki rolünün giderek arttığını göstermektedir. Bankalar aracılığıyla yaratılan finansal ürünler, geleneksel parasal büyüklükleri tartışılır hale getirmektedir. Bu bağlamda ele alındığında ortodoks teorik yaklaşımlar tartışmaya açık hale gelmektedir. Çünkü geleneksel parasal büyüklüklerin ekonomik faaliyet hacmini açıklama gücünün azaldığı bir atmosferde bir parasal kuralın nasıl uygulanacağı önemli bir sorun olarak ortadadır.