Prof.Dr.Coşkun Can Aktan, Yrd.Doç.Dr.Utku Utkulu ve Yrd.Doç.Dr.SelehattinTogay, Nasıl Bir Para Sistemi,
İstanbul: İMKB Yayını, 1998. adlı eserden alıntı.
PARASALLAŞMA VE SENYORAJ
Prof.Dr.Coşkun Can Aktan,
Yrd.Doç.Dr.Utku Utkulu ve Yrd.Doç.Dr.Selahattin Togay
1. PARASALLAŞMA
KAVRAMI
Malların
para olarak kullanıldığı mal para sisteminde, paranın
değerli maden içeriği ile nominal değeri hemen hemen aynıdır. Örneğin, mal-para
sistemine örnek teşkil eden altın para standardında altının üretim maliyeti ile
nominal değeri arasında fark yoktur.Bu anlamda para otoritesinin altın para sisteminde
senyoraj geliri elde etme olanakları, paraların değerli maden içeriğinin
azaltılması bir yana bırakılırsa, çok sınırlıdır. Tarihsel olarak
incelendiğinde, paraların değerli maden içeriğinin azaltılması Gresham Yasasının
işlemesi sonucunda hem ülke içi ticareti takasa döndürücü etki yapmış, hem de
uluslararası ticaret hacmini daraltmıştır. Bu bağlamda ele alındığında, esnek bir
para sistemi olmayan mal para sisteminin bünyesinde barındırdığı yetersizlikleri
aşma çabası tarihsel olarak itibari paranın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Ekonomilerin parasallaşma düzeyinin yükselmesi ve itibari para sisteminin
yaygınlaşması senyoraj gelirlerini kamu
kesimi açısından önemli bir gelir kaynağı haline getirmiştir.
Kamu kesimi açısından parasal genişleme sürecinde elde edilen gelirlerin önemli bir gelir kaynağı
haline gelmesiyle ekonominin parasallaşma düzeyi arasında doğrudan bir ilişki
bulunmaktadır. Para teorisinde önemli bir kavram olan “parasallaşma”nın nasıl
tanımlanacağıyla ilgili olarak literatürde farklı görüşler bulunmaktadır. Dar
anlamda parasallaşma bir ekonomide para arzının büyüme oranı olarak tanımlanabilir.
Ancak dar anlamda parasallaşmanın anlamlı bir gösterge olabilmesi için, ekonominin
reel sektörünün parasallaşma düzeyinin yüksek olması gerekmektedir. Bu ikinci olgu,
geniş anlamda parasallaşma kavramı olarak düşünülebilir. Buna göre bir ekonominin
geniş anlamda parasallaşma düzeyinin yükselmesi, pazar için üretimin
yaygınlaşması demektir. Kuşkusuz pazar için üretimin yaygınlaşması ekonomide
uzmanlaşma düzeyini yükseltmekte; uzmanlaşma düzeyinin yükselmesi de “üretim” ve “tüketim” faaliyetlerinin
ayrışmasına neden olmaktadır. Başka biçimde ifade edilirse, ekonomide uzmanlaşma
düzeyinin yükselmesi üretim hacminin artmasına; üretim hacminin artması mübadeleye
konu olan mal ve hizmet hacminin (işlem hacminin) artmasına neden olmaktadır. Işlem
hacminin arttığı bir ekonomide paranın kullanılması yaygınlaşmaktadır.
Buraya kadar anlatılanlar bağlamında ele alındığında, bir ekonominin geniş
anlamda parasallaşması, dar anlamda parasallaşmasını iktisadi açıdan anlamlı hale
getirmektedir.
Bu
bölümde “Parasal genişleme nasıl ölçülür?” sorusunun cevaplandırılması
amaçlanmamakta, parasal genişlemenin bir nedeni ve aynı zamanda bir sonucu olan
senyoraj gelirleri tartışılmaktadır. Ancak parasallaşmanın ölçüsü olarak “para arzının milli gelire oranının” bir
ölçü olarak kullanılmasıyla ilgili olarak Alkin (1996: 11) şu saptamayı
yapmaktadır: ”para arzının milli gelire oranı çoğu zaman, ülke ekonomisinin
gelişmişliğini ya da büyümekte olduğunu kanıtlamaktadır”. Alkin (1991)’in
yaptığı bu saptama, “ekonomide işlem hacminin artışı yani ekonomik büyüme para
miktarının artmasına neden olur” görüşü çerçevesinde ele alındığında doğru
gibi görünmektedir. Ancak soruna başka bir açıdan bakıldığında, para arzının
milli gelire oranı paranın dolanım hızını vermektedir. Bu anlamda paranın dolanım
hızının, Alkin (1991)’in belirttiği gibi, ekonominin gelişmişliğinin ya da
büyümekte olduğunun bir kanıtı olarak ele alınıp alınamayacağı tartışılması
gereken bir noktadır.
Parasallaşmanın önemine bu şekilde değindikten sonra tekrar belirtilmelidir
ki, esnek bir para sistemi olarak itibari para sistemi ekonominin dar anlamda
parasallaşması için uygun bir ortam yaratmaktadır. Çünkü, itibari para sisteminde
paranın üretim maliyetleri ile nominal değeri arasında çok büyük farklar
bulunmaktadır.
Tarihsel olarak, altın para yerine kağıt para kullanımının yaygınlaşması,
aksi takdirde altın üretimine tahsis edilecek olan kaynaklarla ilgili çok büyük bir
sosyal tasarruf sağlamıştır. Bu sosyal tasarruf aynı zamanda, paranın üretim
maliyetinin düşüşünü temsil ettiği için, bu biçimde elde edilen senyoraj, Bu
bağlamda
kağıt para kullanımının sosyal maliyeti, kağıt
para üretmek için kullanılan kaynakların alternatif maliyeti ile ölçülebilir.
Başka biçimde ifade edilirse, altının para olarak kullanılmasının alternatif
maliyeti; altın üretimine tahsis edilecek olan kaynaklar başka bir alanda
kullanıldığında elde edilecek getiri oranıyla ölçülebilir. Buna göre, kağıt
para kullanımının alternatif maliyeti ile altın para üretiminin alternatif maliyeti
arasındaki fark, hem elde edilecek sosyal tasarrufun derecesini hem de senyoraj gelirinin
derecesini ortaya koyar (Black, 1995: 287).
Mal-para sisteminden itibari para sistemine geçiş süreci ile ile ilgili olarak
Ritter (1995) şu soruyu soruyor: ”Tarihsel açıdan ele alındığında mal para
sisteminden itibari para sistemine geçiş niçin çok uzun bir zaman almıştır?”.
Ticaret
hacminin genişlemesi ve ekonomide uzmanlaşma düzeyinin artışı, bu sürecin uzun bir
zaman almasının gerekçesi olarak gösterilmektedir.
Ancak Ritter (1995)’e göre, mal
paradan itibari para sistemine geçmeden önce bu sistemin sürdürülebilirliğine olan
inancın arttırılmasının, yani itibari para sisteminin güvenilir bir para sistemi
haline getirilmesinin zorunlu olması geçiş sürecinin çok büyük bir zaman dilimine
yayılmasına neden olmuştur.
Burada ele alınan konu itibariyle, Friedman’ın görüşlerine de değinilmesi
yararlı olacaktır. Friedman (1963:430)’a göre, toplumun
bütünü açısından mal para sisteminin yetersizliği, mal para stokunun
arttırılması için reel kaynak kullanımının zorunlu olmasıdır. Bu durum tarihsel
süreçte ilk olarak “ödeme taahhütlerinin” para olarak kullanımına daha sonra ise
itibari paranın doğmasına yol açmıştır. Kağıt para yüzde 100 altın
karşılığında ihraç edilirse bu durumda kağıt paranın varlığı sorun yaratmaz.
Oysa ki, para ihracının tam altın karşılığı olmadığı koşullarda para sisteminin kamu kesiminin
müdahalesi olmadan işlemesi, iki unsurun varlığına bağlıdır: Ilk olarak, para
ihraç eden kurumlar ödeme taahhütlerini tam olarak karşılamalıdırlar. Ancak ödeme
taahhütlerini geleceğe yönelik olduğu için bunu garanti altına alacak bir mekanizma
yoktur. Ikinci olarak, tüm sorumluluk ödeme taahütlerini kabul edenlere ait
olmalıdır. Ancak bu ikinci koşulu varsaymak bile anlamsızdır. Friedman, mal para
sisteminin kaynak maliyetinin yüksek olması nedeniyle itibari para sistemini savunmakta,
ancak serbest rekabeti savunan bir iktisatçı olmasına rağmen, itibari para sisteminin
devlet müdahalesi olmaksızın sağlıklı biçimde işleyemeyeceğini; çünkü paranın
üretim maliyetinin nominal değerinden çok düşük olması durumunda paranın serbest
rekabet koşullarında üretilmesinin parasal dengesizlik yaratacağını ifade
etmektedir. Friedman’ın kamu müdahalesiyle kastettiği, para ihraç tekeline sahip
olan bir merkez bankasının var olması ve bu merkez bankasının bir kurala göre para
arz etmesidir. Oysa ki senyorajın bir gelir kaynağı olarak önemli hale gelmesiyle
ekonomide istikrarsızlık yaratan bir faktöre dönüşmesinin temel nedenlerinden birisi
merkez bankasının parasal tekele sahip olmasıdır.
2.
PARASAL TEKEL VE SENYORAJ
2.1. Senyoraj Gelirlerinin Ölçümü
Kamu kesiminin parasal genişleme sürecinde elde ettiği senyoraj gelirlerinin
ölçümüne ve analizine yönelik olarak “standart yaklaşım” ve “optimal senyoraj
teorisi” olmak üzere iki ana farklı yaklaşım bulunmaktadır. Standart analizde
senyorajın tanımına ilişkin, Monetarist Yaklaşım ve Kamu Maliyesi Yaklaşımı olmak
üzere, iki farklı yaklaşım bulunmaktadır. Ikinci yaklaşım tarzı ise optimal
senyoraj teorisi olup, bu teori daha sonra geliştirilmiş ve kamu finansmanı teorisi
ortaya çıkmıştır.
Monetarist
yaklaşıma göre, senyoraj ve enflasyon vergisi devletin para yaratma konusundaki
hükümranlık hakkını kullanarak, baz parayı arttırmak suretiyle elde ettiği reel
gelirdir. Merkez bankasının hükümete sıfır faizli borç vermesi fırsat maliyeti
yaklaşımı olarak da bilinen kamu maliyesi yaklaşımının özünü oluşturmaktadır.
Buna göre kamu kesimi gereksinim duyduğu fonları iç borçlanma ile finanse ettiğinde,
pozitif bir faiz ödemek durumunda iken, para yaratımı ile finanse etmesinde sıfır
faizli bir borç kullanmış olmaktadır (Soylu, 1997: 9-11).
Kamu maliyesi yaklaşımına göre senyoraj (S), nominal faiz oranı (i) ile reel
para stokunun ( M / P ) çarpımına eşittir.Yani
S= i . ( M / P) dir.
Adam vd. (1996: 534-5)’ye göre,
monetarist yaklaşım çerçevesinde senyoraj şu biçimde gösterilebilir:
•
•
^
S= M / P
= M / M . M / P = M . m
(II.1)
Burada;
S: toplam senyoraj gelirleri,
M:
nominal para stoku,
P: fiyatlar genel
düzeyi,
m: reel para balanslarını göstermektedir. Ayrıca bu formülasyonda; (•)
değişkenin zaman içinde artış hızını ve (^) değişkenin büyüme
oranını ifade etmektedir.
Buna göre (II.1) nolu denklemde; m, senyoraj gelirleri tabanını göstermektedir.
Denklemi daha rafine hale getirmek için P‘yi
enflasyon oranı olarak tanımlayıp,
^
^
M = (P
+
m ) ya da
•
^
m = m . m
şeklinde
yazabiliriz. Buna göre (II.1) nolu denklem, şu biçimde ifade edilebilir:
•
S = P . m + m
(II.2)
Buna
göre devletin elde edebileceği senyoraj geliri iki kısımdan oluşmaktadır;
· enflasyon
vergisi bölümü,
· reel
balans bölümü.
Enflasyon vergisinin tabanını oluşturan reel para balansları (m) dolaşımdaki
para ve banka rezervlerinden oluşmaktadır. (II.2) no’lu denklemden hareketle, kamu
kesimi açısından toplam senyoraj gelirlerinin enflasyon vergisine eşit olmadığının
vurgulanması önem taşımaktadır. Bu eşitlik ancak yurt içi hanehalklarının para
talebine ilişkin davranışlarının değişmediği statik durgun durumda söz konusu
olabilir. Çünkü, kamu kesimi nominal para stokunu arttırarak topladığı enflasyon
vergisini arttırabilir ama enflasyonun süreklilik kazandığı ekonomilerde halkın elde
bulundurduğu reel para balansları giderek azalır.
Halkın elde bulundurduğu reel para balansları enflasyon vergisinin tabanını teşkil ettiği için, reel
para balanslarının azalması kamunun elde ettiği senyoraj gelirlerinin azalması anlamına gelir.Yani toplam senyoraj gelirlerinin
birinci kısmı ile ikinci kısmı ters yönde hareket etmektedir. Bu durumda “Senyoraj
gelirlerini maksimize eden enflasyon oranı nedir? sorusuna verilen geleneksel cevabın
tartışmaya açılması bir gereklilik olarak doğmaktadır. Bu soruya literatürde
verilen geleneksel cevap şudur: “Para talebi fonksiyonunun nokta esnekliğinin bire
(e=1) eşit olduğu enflasyon oranında, toplam senyoraj gelirleri maksimum olur.”
Geleneksel olarak verilen bu cevap, reel para talebinin sadece enflasyon oranının bir
fonksiyonu olduğu statik durum için doğrudur. Ekonomi büyüyorsa, yani para talebinin
gelir esnekliği artıyorsa senyoraj gelirlerini maksimize eden enflasyon oranı statik
durumdaki optimal enflasyon oranının altında olabilir. Çünkü enflasyonist bir
ortamda veri reel para stokundan elde edilen enflasyon vergisi artarken, ekonomik birimler
tarafından elde tutulan ek para balanslarının reel değeri sürekli olarak
azalmaktadır. Yani daha önce de ifade edildiği gibi, toplam senyoraj gelirlerinin
enflasyon vergisi kısmı ile reel balans kısmı arasında bir “trade-off” söz konusudur.
Klein
ve Neumann (1990: 213-20) soruna başka bir açıdan yaklaşmakta ve senyoraj gelirlerindeki değişme ile kamu
kesiminin elde ettiği senyoraj geliri arasındaki farklılığı şu biçimde ifade
etmektedir: 1987 yılında, Ingiltere Merkez Bankası 0.77 milyar paundluk para ihraç
etmiş, aynı yıl hazine bütçe finansmanı için 1.05 milyar Paund kullanmıştır.
Aynı yıl Alman Merkez Bankası 11.9 milyar Mark para ihraç etmiş, hükümet kendi
ihtiyaçları için 0.3 milyar Mark kullanmıştır.
Iki ülke karşılaştırıldığında yaratılan parasal taban ile parasal taban
artışının devlete tahsis edilen kısmı arasında ciddi bir farklılık
bulunmaktadır. Bu bağlamda ele alındığında senyorajın, devletin para yaratma
nedeniyle elde ettiği gelir olarak tanımlanması eksik bir yaklaşımdır.
Senyoraj’ın ekonomik birimlerin elde para tutmalarının alternatif maliyetini
yansıttığı dikkate alındığında, yukarıda söz konusu edilen tanımlama, sanki,
kamu kesiminin elde ettiği gelirler ile özel sektörün katlandığı maliyetin
biribirine eşit olduğunu varsaymaktadır. Oysa ki, iki ülkeye ilişkin olarak yukarıda
verilen örnek senyorajın mali yönü ile parasal yönü arasında yakın bir ilişki
olmayabileceğini ortaya koymaktadır. Bu anlamda ülkelerarası senyoraj geliri
karşılaştırmaları yapılırken; parasal tabanın yaratılış biçimi ve bunu
çevreleyen yasal ve kurumsal faktörler gözönüne alınmalıdır.
Bu iki olgu gözönüne
alındığında senyorajın mali yönü ile parasal yönünün birbirinden ayırt edilmesi
önem kazanmaktadır. Ancak genel olarak, parasal senyoraj kamu kesimine akan senyoraj
gelirlerinin bir ölçüsü olarak ele alınmaktadır. Bu hatalı yaklaşımın iki temel
nedeni bulunmaktadır:
· Kamu
kesimi ile merkez bankası arasındaki ilişkileri düzenleyen yasal ve kurumsal çerçeve gözardı edilerek,
parasal tabandaki artışın tamamen kamu kesimi için senyoraj gelirine dönüştüğü
varsayılmaktadır.
· Bununla
bağlantılı olarak, kamu kesiminin elde ettiği senyoraj gelirlerinin parasal tabanın
yaratılış biçiminden bağımsız olduğu varsayılmaktadır.
Klein ve Neumann (1990) merkez bankasının bağımsız olduğu Almanya
örneğinden hareket ederek şu saptamayı yapıyor: Enflasyon oranının arttırılması
kamu kesiminin elde ettiği senyoraj gelirlerini arttırmanın ne gerekli, ne de yeterli
koşuludur. Çünkü, merkez bankası tarafından doğrudan finanse edilen hükümetler,
doğrudan finanse edilmeyen hükümetlere göre para yaratımından daha az gelir elde
etmektedirler.
Melnick ve Sokoler (1984) ise, monetarist senyoraj tanımlamasının altında yatan
ana varsayımdan hareketle, konuyu başka biçimde analiz etmektedir. Melnick ve Sokoler
(1984)’e göre, kamu kesiminin parasal genişleme sürecinde elde ettiği gelirlerle
ilgili tartışmalar, istikrarlı büyüme sürecinde olan ülkeler için yapılmaktadır.
Buna göre inceleme konusu yapılan ülkelerin istikrarlı büyüme süreci içinde
olduğu varsayımından hareketle parasal genişleme sürecinde yaratılan gelirlerin
“senyoraj” ve “enflasyon vergisi” olmak üzere iki kısımdan oluştuğu
varsayılmaktadır. Bu bağlamda ele alındığında Melnick ve Sokoler (1984)’ün
yaptığı çalışma, kamu kesiminin parasal genişleme sürecinde elde ettiği gelirin
analizinde farklı bir noktanın altını çizmektedir. Kamu kesimi, parasal genişleme
nedeniyle elde ettiği gelirlerin GSMH’ye
oranını sabit bir düzeyde sürdürmeyi amaçlamaktadır.
Bu bağlamda, geleneksel analizlerin tersine kamu kesiminin parasal genişleme
nedeniyle elde ettiği gelirleri maksimize etmeye çalıştığı varsayılmamaktadır.
Bu bağlamda Melnick ve Sokoler (1984: 228)’in ulaştığı
sonuçlar şu biçimde ortaya konulabilir: Ulusal gelirin büyüme oranı dışsal
nedenlerle düşerken, kamu kesiminin parasal genişleme aracılığıyla elde ettiği
gelirlerin GSMH’ye oranını sabit tutmak isterse,
ekonomik büyüme hızının düşüşü nedeniyle ortaya çıkan senyoraj kaybını
telafi edecek biçimde enflasyon oranında bir artış ortaya çıkar.
Enflasyon oranında zorunlu olarak ortaya çıkacak olan
artışın boyutunun ne olacağı para talebi fonksiyonuna bağlıdır. Buna göre, reel
para talebi beklenen enflasyon oranının semi-logaritmik bir fonksiyonu ise (bu
çalışmada para talebi fonksiyonu semi-logaritmik bir fonksiyon olarak
tanımlanmıştır), yani enflasyon oranı artarken para talebinin beklenen enflasyona
esnekliği artıyorsa, reel senyoraj gelirlerinin sabitliği hedeflendiğinde, ulusal
gelirin büyüme oranında ortaya çıkan düşme; sadece enflasyon oranının artmasını
gerektirmez. Aynı zamanda enflasyon oranındaki telafi edici artışın mevcut enflasyon
oranının pozitif bir fonksiyonu olduğu anlamına gelir.
Buraya kadar anlatılanlar ışığında, kamu kesimi açıkları azalma yönünde
rijit bir yapıya sahipken, GSMH’nın daha düşük bir büyüme trendine girmesi
beklenen enflasyon oranında artışa neden olan en önemli faktör olarak
değerlendirilmektedir.
Optimal senyoraj teorisine yönelik genel değerlendirmeleri
ise şu şekilde özetleyebiliriz: Optimal senyoraj teorisinin Cagan (1956) sonrası
gelişim çizgisini belirleyen Phelps (1973) olaya kamu finansmanı açısından
yaklaşmıştır (Soylu, 1997: 12). Optimal senyoraj teorisine göre, kamu kesiminin
finansman gereksinmesindeki artış; para arzındaki, enflasyon oranındaki ve nominal
faiz oranlarındaki artışın tek belirleyicisidir. Mankiw (1987: 328), ABD ekonomisi
için, 1952-1985 dönemine ait verileri kullanarak şu sonuca ulaşmıştır: “1952-1985
döneminde merkezi hükümetin gelirleri yüzde 1 arttığında nominal faiz oranı yüzde
1.1 ile yüzde 1.4 oranında artmaktadır. Ortalama vergi oranı ile nominal faiz
oranları arasında pozitif ilişki yüksek olmasına rağmen, optimal senyoraj teorisi
nominal faiz oranlarındaki değişmenin sadece 1/3 ‘ünü açıklamaktadır.” Mankiw
(1986: 340) optimal senyoraj teorisiyle ilgili olarak şu saptamayı yapıyor: Bu makalede
analiz edildiği biçimiyle, optimal senyoraj teorisi, “para arzının büyüme
oranındaki”, “enflasyon oranındaki”, “nominal faiz oranlarındaki”
dalgalanmaların yalnızca kısmi bir açıklamasını yapabilmektedir.
Kamu finansmanı teorisinde, kısa dönemde “talep baskılarının” ya da
“maliyet itici unsurların” enflasyonu belirlemede daha önemli olduğu
reddedilmemekle birlikte , “kamu
finansmanı yaklaşımı”na göre kamu kesiminin gelirlerini arttırma ihtiyacı
enflasyonun nihai belirleyicisidir. Anand ve Wijnbergern (1989) kamu finansmanı
teorisiyle ilgili olarak şu saptamayı yapmaktadır: “Kamu finansmanı yaklaşımı
finansal sektör reformları bağlamında uygulanan mali politikaların sonuçlarının
değerlendirilmesi açısından yararlı bir araçtır”.
2.2.
Senyoraj Gelirleri ve Finansal Serbestleşme
Bir ülkede kamu kesiminin parasal genişleme sonucu elde edeceği senyoraj
gelirlerinin boyutu, finansal sistemin serbestlik düzeyi ile yakından ilişkilidir.
Modern finansal sistemlerde tek bir para otoritesi bulunmasına rağmen para yaratan kurum
bir tane değildir. Merkez bankasına ek olarak bankalar, para yaratan kurumlar olarak
çok büyük bir öneme sahiptir. Bu anlamda kamu kesiminin elde ettiği senyoraj
gelirlerinin düzeyi ile bankacılık sistemine yönelik düzenlemeler arasında doğrudan
ilişki bulunmaktadır. Bu nedenle sırasıyla, ilk olarak, finansal yenilik önerilerinin
gelişmekte olan ülkeler açısından değerlendirilmesi yapılacaktır. Bunu izleyen alt
başlıkta ise finansal baskı, bankacılık sektörüne yönelik düzenlemeler ve para
ikamesi arasındaki ilişkiler incelenecektir.
2.2.1. Finansal Serbestleşme Önerisinin Nedenleri ve Gelişmekte Olan Ülkeler
Açısından Bir Değerlendirme
Studart (1995-1996: 270-1)’e göre, finansal serbestleşme modelleri gelişmekte olan ülkelere yönelik
hatalı bir bakış açısını temsil etmektedir. Çünkü, finansal serbestleşme
yaklaşımının kendi kurgusu içinde,
finansal serbestleşme tartışmalarında sorulan sorular “Finansal serbestleşmeyi
yapmalı mıyız?”; “Finansal serbestleşmeyi hangi hızda gerçekleştirmeliyiz?”
iken; aslında sorulması gerekli olan sorular şunlardır: “Gelişmekte olan
ülkelerdeki finansal sistem, finansal olarak istikrarlı bir büyümeyi sağlayabilir
mi?”; “Gelişmekte olan ülkelerde finansal sistemin böyle bir rolü oynayabilmesi
için gerekli olan kurumsal değişiklikler nelerdir?”.
Studart (1995-1996: 287)’a göre, finansal serbestleşme
tartışmaları, neoklasik yaklaşıma dayandığı için yatırımların finansmanının
iki yönlü bir olgu olduğu gözardı edilmiştir. Yatırımların finansmanı sorunu
açısından bakıldığında, sadece kısa vadeli finansman olanaklarının varlığı
yeterli değildir. Finansal piyasalar yatırımlar için uzun vadeli finansmanı
sağlamalıdır. Bu anlamda, finansal piyasaların ana fonksiyonu ortaya çıkmaktadır.
Finansal piyasaların ana rolü, sistemdeki kısa vadeli yükümlülüklerin uzun vadeli
yükümlülüklere dönüşümünü sağlamasıdır ki, bu olgu finansal sistemin
gelişmişlik derecesi ile ilgilidir. Dolayısıyla, dışsal fonların kullanımı
açısından yatırımların finansmanı sürecinde sadece bankaların değil, sermaye
piyasaları ve bu piyasaların bünyesinde yer alan birincil ve ikincil piyasaların çok
önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır. Yatırımların kısa vadeli finansmanının
yanısıra uzun vadeli finansmanını da sağlayacak sağlam finansal yapılar
oluşturulmadığı sürece sağlıklı finansman biçimlerinin oluşturulması
olanaksızdır. Yatırımların finansmanının iki yönlü bir süreç olması ve bunun
yarattığı sorunların doğru biçimde tesbit edilememiş olması, Studart (1993:
286)’a göre, finansal serbestleşme modellerinin
dayandığı ana fikirden kaynaklanmaktadır. Çünkü, finansal serbestleşme modelleri
“tasarruflar yatırımları belirler” ana fikrine dayanmaktadır.
Bunlara ek olarak, Dutt (1990-1991), finansal serbestleşme modellerinin
öngörülerini gelir dağılımı sorunu ile ilişkilendirerek şu noktanın altını
çizmektedir: Eğer ekonomide atıl kapasite varsa, finansal serbestleşme sonucunda
ortaya çıkacak olan faiz oranı artışları enflasyon oranını artırır, gelir
dağılımını kötüleştirir, ekonomik büyüme oranını düşürür. Oysa ki,
finansal serbestleşme modelleri faiz oranlarındaki artışın gelir dağılımı ve
dolayısıyla ekonomide harcama düzeyi üzerine yapacağı etkileri göz ardı
etmektedir. Faiz oranlarının serbest bırakılması, ulusal
paraya yönelik talebin arttırılmasıyla ilişkilendirildiğinde; artan nominal faiz
oranları halkın yabancı mevduat yerine ulusal paraya yönelmesine neden olacaktır.
Ancak, bu politika kamu kesimi açıklarının artmakta olduğu bir ortamda
uygulanıyorsa, bu durum banka bilançolarının aktif yapısını krediler aleyhine, kamu
menkul kıymetleri lehine bozabilir. Bu ise bankaların finansal aracılık sürecinin
tarafları açısından niteliksel bir değişime işaret eder. Bu bağlamda
değerlendirildiğinde, faiz oranlarının serbest bırakılması, makro ekonomik istikrar
ve bankaların denetimi arasındaki karşılıklı ilişkiler önem kazanmaktadır.
Villanueva ve Mirakhor (1993: 32)’a göre, bir ülkede makro ekonomik istikrarsızlık
varsa ve bankalara yönelik denetim ve gözetim mekanizmaları etkin değilse, faiz
oranları tedricen serbestleştirilmelidir.
2.2.2. Finansal Baskı ve Senyoraj Gelirleri Arasındaki İlişki
Giovannini ve Melo (1993: 954)‘e göre, finansal baskı reel faiz oranlarının
düşük olması sonucunu yaratarak, kamu kesiminin kendisini düşük faiz oranlarından
finanse etmesini mümkün kılmakta ve bu haliyle kamu kesimi için bir gelir kaynağı
olmaktadır. Bu bağlamda ele alındığında finansal baskı sonucunda kamu kesiminin
elde ettiği gelirler şu biçimde hesaplanabilir: Hükümetin fon elde etmek için dünya
piyasalarında ödediği faiz oranı fonların gölge fiyatı olarak ele alınırsa, finansal baskıdan sağlanan gelirler, yurt içi
faiz oranı-yurt dışı faiz oranı farkının kamu kesiminin borç stoku ile
çarpılarak bulunur. Finansal baskının niçin bir gelir kaynağı olarak
kullanıldığı sorusu yanıtlanarak, finansal baskıdan elde edilen gelirlerle senyoraj
gelirleri arasındaki ilişki ortaya konulabilir: Finansal baskının bir gelir kaynağı
olarak kullanılmasının nedenleri şunlardır:
·
vergi toplamanın maliyetinin yüksek
oluşu,
·
hükümetin finansal baskı politikaları
izleyerek geliri yeniden dağıtma olanaklarına sahip olması,
·
açık bir vergileme biçimi olmaması
nedeniyle finansal baskı politikası uygulamanın, geleneksel vergilendirmeye göre
politik riskinin olmaması.
Buraya kadar anlatılanlar çerçevesinde ele alındığında finansal baskıdan
elde edilen gelirlerle senyoraj gelirleri arasındaki tamamlayıcılık ilişkisi şu
biçimde ortaya konulabilir:
·
Fiyatlar genel düzeyinin arttığı bir
ortamda, finansal baskı politikalarıyla nominal faiz oranlarının artmasına
kısıtlamalar getirilmesi reel faiz oranlarının düşmesine neden olmaktadır. Bu durum
nihai olarak kamu borçlarının reel değerinin düşmesine yol açmaktadır.
·
Finansal baskı politikalarının izlenmesi
bir ülkede finansal aktif yelpazesinin genişlemesini önlemektedir. Bu ise, reel faiz
oranlarının düştüğü bir ortamda ulusal paraya talebi arttırmaktadır. Yani
senyoraj gelirlerinin tabanını genişletmektedir.
· Yine
ikinci maddede belirtilen olgunun bir parçası olarak,
finansal baskı politikaları ile bankaların tutulması gereken zorunlu karşılık
oranları arttırılarak bankaların parasal taban talepleri arttırılabilmektedir.
Bankaların parasal taban taleplerinin artması senyoraj gelirlerinin tabanının
genişlemesi anlamına gelmektedir (Giovannini ve Melo, 1993: 955).
Bir ülkede döviz kuru kontrollerinin kaldırılması, yurt içi finansal aktif
yelpazesinin gelişimi, finansal piyasalarda kullanılan işlem teknolojisinin işlem
maliyetlerini düşürmesi gibi, liberasyon uygulamaları sonucunda ortaya çıkan
gelişmeler, finansal baskıyı ortadan kaldırarak, kamu kesiminin senyoraj geliri elde
etme kapasitesini düşürmektedir. Çünkü finansal liberasyon uygulamaları paranın
hem yurt içi finansal aktiflerle ikame edilmesi sürecine hem de yabancı finansal
aktiflerle finanse edilmesi sürecine yol açmaktadır. Neticede bir ülkede ulusal
parayı ikame eden finansal aktif yelpazesinin yaygınlaşması, mali sistemin toplam
likiditesi içinde itibari paranın göreli önemini giderek azaltmaktadır. Itibari
para ise merkez bankasının yarattığı ve senyoraj gelirlerinin tabanını oluşturan
paradır.[1]
Senyoraj gelirleriyle finansal yenilikler arasındaki ilişkilendirme başka bir
açıdan yapılabilir: Daha önce belirtildiği gibi,
finansal yenilikler ekonomide para benzerlerini yaygınlaştırmakta, para benzerlerinin
alınıp satıldığı ikincil piyasalar gelişme göstermektedir. Cox (1984), bu
bağlamda “basit enflasyonist finansman” olgusu ile “kamu kesimi açığının genel
finansmanı” arasında bir fark olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre, geleneksel
enflasyonist finansman yaklaşımında, enflasyon oranındaki artışın, ekonomik
birimlerin itibari para talebinin derecesine göre, kamu kesiminin elde ettiği gelirleri
arttırdığı vurgulanmaktadır. Oysa ki kamu kesimi açığını finanse etmenin tek
yolu para basma değildir. Bu anlamda “kamu kesimi açığının genel finansmanı”
yaklaşımında vurgulanan husus şudur: Enflasyon oranındaki artış, kamu kesiminin bir
gelir kaynağından (yani para yaratımından) diğer bir gelir kaynağına (yani tahvil
ihracına) yönelmesine neden olur. Bu anlamda kamu kesimi açığının iç borçlanma
ile finanse edilmesi sürecinin sağlam bir kamu geliri kaynağı haline dönüşebilmesi
için, kamu kesimi borçlanma araçları ile özel kesim borçlanma araçlarındaki ikame
ilişkisi mükemmel olmalıdır. Hatta,
likidite olanakları itibarıyla kamu kesimi tahvilleri özel sektör tahvillerinden daha
üstün niteliklere sahip olmalıdır. Bu konuda yapılan çalışmalar, kamu kesimi
tahvilleri ile özel kesim tahvilleri arasında mükemmel bir ikame ilişkisi
olmadığını göstermektedir. Bu anlamda kamu kesiminin bir gelir kaynağı olarak
senyorajdan iç borçlanmaya yönelmesi kamu kesimi gelirlerini artırmaktadır.
2.2.3. Senyoraj Gelirleri ve Bankacılık Sektörüne Yönelik Uygulamalar
Senyoraja ilişkin analizler genel olarak, devletin para yaratma gücüne bağlı olarak elde ettiği gelirlerin analizi
ile sınırlıdır. Başka biçimde ifade
edilirse, yapılan analizlerde bankacılık sektörünün varlığı gözardı
edilmektedir. Bu tür analizlerde para talebinin, sadece dolaşımdaki para talebinden
oluştuğu varsayılmakta, ekonomik birimlerin mevduat talepleri gözardı edilmektedir.
Oysa ki ticari bankaların mali sistemin önemli parçası olduğu günümüzde para
balanslarının çoğu ticari bankalarda tutulan mevduatlardan oluşmaktadır. Burada
dikkat edilmesi gerekli olan nokta şudur; bu mevduatlar parasal taban içinde banka
rezervleri biçiminde temsil edilmektedir. Bu bağlamda ele alındığında bankacılık
sektörünün analizlere dahil edilmesi büyük bir öneme sahiptir. Bankacılık
sektörünün varlığı özel sektörün nakit mevduat tercihine bağlı olarak
hükümetin elde edeceği gelirleri etkilemektedir.
Bankacılık sektörünün analizlere nasıl dahil edildiği
önem kazanmaktadır. Örneğin Brock (1989), bankacılık sektörünün rekabetçi bir
yapıya sahip olduğunu varsaymaktadır. Brock (1989)’un çalışmasında cevap aranan
soru şudur; “Kamu harcamalarını finanse etmek için senyoraj gelirlerine gereksinim
duyuluyorsa, bir genel denge modeli içinde optimal enflasyon oranı ve bankalara
uygulanacak olan zorunlu rezerv oranı nasıl belirlenir?” Bu çalışmada sunulan
modelde, bankacılık sektörünün varlığı hükümetin senyoraj gelirlerini
etkilemekte ancak bankacılık sektörü herhangi bir senyoraj geliri elde etmemektedir.
Oysa ki Baltensperger ve Jordan (1997)’nin yaptığı çalışmada bankacılık
sektöründe aksak rekabet olduğu varsayılmakta ve oligopolistik piyasa yapısı
çerçevesinde analiz edilmektedir.
Oligopolistik yapıda bankalar, mevduat faiz oranlarını rekabetçi sıfır kar
düzeyinin altında belirleyebildikleri için, hükümet senyoraj gelirlerini belli
ölçüde bankalarla paylaşmak zorundadır. Bu bağlamda Baltensperger ve Jordan
(1997)’nin analizindeki ana parametreler şunlardır;
·
mali sistemdeki işlem teknolojisinin
durumu,
·
bankacılık sektöründe rekabetin derecesi
·
zorunlu karşılık oranlarının düzeyi
·
enflasyon oranı.
Çalışmada, bu parametrelerdeki değişimin etkileri incelenmektedir. Kulanılan
modelde toplam senyoraj, bankaların elde ettiği senyoraj ve merkez bankasının elde
ettiği senyorajın toplamından oluşmaktadır.
Merkez bankasının senyoraj geliri, toplumun nakit talebi ve bankaların rezerv
talebinden kaynaklanır. Bankaların senyoraj
gelirleri ise, toplumun mevduat talebinden kaynaklanır. Buna göre, toplam senyoraj; ilk olarak, bankacılık
sektöründeki rekabet derecesine ve finansal
işlem teknolojisinin durumuna bağlı olup aralarında negatif ilişki vardır. İkinci
olarak, toplam senyoraj zorunlu rezerv oranına bağlıdır ve toplam senyoraj
gelirleriyle zorunlu rezerv oranı arasında pozitif ilişki vardır. Buna göre,
bankacılık sektöründeki rekabet derecesi ve zorunlu karşılık oranları azaldıkça
ve işlem teknolojisi daha modern hale geldikçe bankacılık sektörü toplam senyorajın
daha büyük bir bölümünü elde eder. senyorajın bir kısmı bankacılık sektörüne
gittiği sürece merkez bankası bankacılık sektöründe rekabeti arttırarak toplumda
refah kaybı yaratmadan senyoraj gelirlerini arttırabilir. Kamu finansmanı
çerçevesinde ele alındığında, bankaların elde ettiği senyoraj gelirlerinin halka
doğrudan bir faydası yoktur. Bu bağlamda merkez bankasının bankaların elde etttiği
senyoraj gelirlerini mümkün olduğunca azaltması optimal bir davranış olarak
değerlendirilebilir.
Yukarıda anlatılan biçimde ele
alındığında, kamu kesiminin senyoraj geliri elde etme davranışı çerçevesinde,
senyoraj gelirleriyle, bankacılık sektörüne yönelik düzenlemeler arasındaki ilişki
önem kazanmaktadır. Literatürde merkez bankasının uyguladığı zorunlu karşılık
politikasının niteliği ile kamu kesiminin senyoraj gelirleri elde etme süreci
arasındaki organik bağlar tartışılmaktadır. Bu konuda, bu alt bölümde Cornelius
(1990) ve Freeman (1987)’nin görüşlerine değinilecektir.
Cornelius (1990) finansal baskının (reel faiz oranlarının negatif oluşunun)
tasarruf hacmi üzerindeki olumsuz etkisini ortadan kaldırmak amacıyla başvurulan
“endeksleme uygulaması” ile “senyoraj gelirlerinin değişimi” arasındaki
ilişkiyi İzlanda örneğinden hareketle incelemektedir. Cornelius (1990: 831)’a göre,
İzlanda mali sisteminde vadeli mevduatların getirisinin enflasyona endekslenmesiyle
birlikte tasarruf (mevduat) hacmi artmıştır. Finansal sistemde mevduat hacmi artarken, bankaların merkez bankasında bulundurmak zorunda
oldukları yasal karşılıkların hacmi de artmıştır. Bankaların merkez bankasında
bulundurduğu yasal karşılıklara da pozitif reel
faiz uygulamasına başlanmıştır. Bu süreçte, İzlanda’da
kamu kesiminin para yaratma nedeniyle elde ettiği gelirlerinin gayrisafi yurt içi
hasılaya oranı;endeksleme uygulamasına başlanmadan önce, 1971-1980 döneminde,
ortalama olarak, yüzde 2.9 iken, endeksleme uygulamasına başlandıktan sonra, 1981-1987
döneminde, ortalama olarak yüzde 1.49’a düşmüştür.
Bunun nedenleri şu biçimde ortaya konulabilir: Cornelius (1990)’a göre bunun
en önemli nedeni, bankaların merkez bankasında tutmak zorunda oldukları zorunlu
karşılıklara pozitif reel faiz ödenmesidir. Bu uygulama merkez bankasının
yükümlülüklerini “faiz ödemesi gerektiren yükümlülükler” haline getirmiştir.
Bu noktanın vurgulanması önemlidir. Çünkü kağıt ve bozuk para ihracından elde
edilen gelirlere ek olarak, merkez bankası “enflasyon oranının nominal faiz
oranından büyüklüğünün derecesine bağlı olarak” enflasyon vergisi geliri elde
etmektedir.
Bu bağlamda ele alındığında zorunlu rezervlere pozitif reel faiz ödenmesi,
enflasyon vergisinin uygulandığı tabanı eritmektedir.Bu nedenle, 1980 sonrasında
uygulamanın sınırları genişletilerek, 1987 yılında İzlanda’da bankaların merkez
bankasında bulundurdukları zorunlu karşılıkların tamamına pozitif reel faiz
uygulaması çok büyük önem taşımaktadır. Çünkü böyle bir durumda kamu kesimi
sadece iki kaynaktan enflasyon vergisi elde edebilir; dolaşımdaki para ve bankaların
serbest rezervleri. Ancak burada birbirini besleyen içsel bir süreç söz konusudur.
Çünkü, endeksleme uygulaması ekonomik birimler açısından elde para bulundurmanın
alternatif maliyetini arttıran bir uygulamadır. Bu ise dolaşımdaki paranın bir
enflasyon vergisi kaynağı olarak göreli önemini azaltmaktadır. İzlanda’da
dolaşımdaki paranın Gayrisafi yurt içi hasılaya oranı 1972-1980 döneminde yüzde
2.17 iken, 1981-1987 döneminde yüzde 1.25’e düşmüştür. Yani endeksleme
uygulamasının yarattığı ikamesi enflasyon vergisinin tabanını ertimiştir.Cornelius
(1990: 842)’a göre, endeksleme uygulamasının var olduğu koşullarda yüzde
100’lük bir enflasyon oranı Gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 1.4’ü kadar
gelir sağlarken; endeksleme uygulamasının olmadığı koşullarda, aynı düzeydeki
gelir yüzde 30 enflasyon oranı ile elde edilebilir.Doğal olarak burada söz konusu olan
fark zorunlu karşılıklara pozitif reel faiz uygulandığında daha da artacaktır.
Freeman (1987) sorunu başka bir açıdan ele almaktadır. Freeman (1987: 307)’a
göre, nominal para stokunun sürekli olarak genişlediği bir ekonomide, bankalara
zorunlu rezerv tutma mecburiyetinin getirilmesi, mevduatlar üzerinde bir vergi etkisi
yaratır. Götürü vergilemenin dengesizlik yaratıcı bir vergileme tarzı olduğu kabul
edildiğinde, bankaların bulundurdukları zorunlu rezervlerden kamu kesiminin elde
ettiği senyoraj “dengesizlik yaratıcı vergi kompozisyonu” açısından “ikinci en
iyi” olarak görülebilir. Bu anlamda, kamu kesimi açısından “parasal
genişleme-zorunlu karşılıklar” farklı kombinasyonlarından hangisinin optimal
olduğu önem kazanmaktadır. Çünkü, parasal genişlemenin var olduğu koşullarda
zorunlu karşlık uygulaması, bankaların mevduatlardan
elde ettiği getiriyi azaltarak, kamu kesiminin elde ettiği enflasyon vergisi gelirlerini
arttırmaktadır.
Freeman (1987) bu analiz çerçevesi etrafında, zorunlu karşılıkların
bankaların portföy yapısını bozucu etkinin önemini vurgulamaktadır. Çünkü
zorunlu karşılık uygulaması, bankaların portföyünde getirisi sıfır olan
varlıkların payını arttırmaktadır. Freeman (1987: 311)’in, nesiller arası denge
modelinden hareketle kamu kesiminin, harcamalarını finanse etme sürecinde faydasını
nasıl maksimize edeceğini araştırmaktadır.
Bu model aracılığıyla elde edilen temel sonuç şudur: Kamu kesimi bir
istikrarlı durum dengesinde aynı fayda düzeyinde kalmak koşuluyla, mevduatları
zorunlu karşılıklar aracılığıyla değil, doğrudan doğruya vergilendirerek daha
yüksek gelir elde edebilir. Buna göre, mevduatların doğrudan vergilendirilmesi
politikası benimsenirse, zorunlu karşılık politikasıyla elde edilen gelir düzeyinin
aynısı mevduatlara uygulanacak daha düşük bir vergi oranı ile elde edilebilir.
Mevduatların doğrudan vergilendirilme ile zorunlu karşılık politikası ile
vergilendirilmesi arasındaki temel fark şudur: İkinci vergileme türü bankaların
bilanço kompzisyonu üzerinde bozucu etki yaratırken, birinci vergileme türü bozucu
etki yaratmaz.
2.2.4.
Senyoraj Gelirleri ile Para Ikamesi Arasındaki Ilişkiler
Senyoraj gelirlerine ilişkin değerlendirmeler hem sabit kur rejimi hem de esnek
kur rejimi için yapılabilir. Çünkü, sabit kur sistemini benimsemiş olan bir ülke,
istediği senyoraj gelirini yaratma yeteneğini kaybetmektedir. Doğal olarak, senyoraj
gelirlerinin azalması sadece sabit döviz kuru sistemine özgü bir durum değildir.
Esnek kur sistemine sahip bir ülkede eğer dolarizasyon süreci yaşanıyorsa, para
ikamesinin gücüne bağlı olarak elde edilecek olan senyoraj gelirleri azalabilir.
Senyoraj gelirleri ile para ikamesi arasındaki ilişkiye değinilmesi önemlidir.
Savasrano (1992)’nin belirttiği gibi, para ikamesinin büyük olduğu ülkelerde,
enflasyon vergisinin geleneksel vergi gelirleri içindeki payı artmaktadır. Savasrano
(1992) “döviz mevduat hesapları / M2 + döviz mevdaut hesapları” rasyosunu para
ikamesinin bir göstergesi olarak kullanarak şu saptamayı yapmaktadır: Para ikamesi
oranı Meksika’da, 1983-1986 döneminde yüzde 24.6; Peru’da 1983-1985 döneminde
yüzde 57.7, Uruguay’da, 1986-1987 döneminde, yüzde 74.3’tür. Bu ülkelerde söz
konusu edilen dönemlerde, enflasyon vergisinin geleneksel vergi gelirlerine oranı ise;
Meksika’da yüzde 27, Peru’da yüzde 40.1 ve Uruguay’da yüzde 36.2’dir.
Bu bilgiler çerçevesinde, para ikamesi sürecinin yaşandığı koşullarda
enflasyon vergisine ilişkin analizlerin nasıl yapıldığı son derece önem
kazanmaktadır. Vegh (1995a: 680)’e göre, geleneksel yaklaşımda, enflasyonist
finansmanın varlığı veri olarak ele alınmakta ve para ikamesinin enflasyondan elde
edilen gelirlerin düzeyini nasıl etkilediği analiz edilmektedir. Genel olarak, para
ikamesi sürecinin enflasyondan elde edilen vergilerin tabanını erittiği; bu nedenle
veri bir bütçe açığının finanse edilebilmesi için daha fazla enflasyon
yaratılması gerektiği bunun ise nihai olarak hiper enflasyona yol açtığı sonucuna
ulaşılmaktadır. Burada, “hiper enflasyon sürecine yol açmaktadır” ifadesini
genişletmek üzere, Kiguel ve Neumeyer (1995: 672-3)’den hareketle şu belirleme
yapılabilir; yüksek enflasyon süreci ile senyoraj gelirleri arasındaki ilişki,
“Laffer Eğrisi” analizi çerçevesinde iki farklı durum tanımlanarak ortaya
konulmaktadır. Buna göre bir ekonomi Laffer Eğrisinin doğru (etkin) tarafında ise,
enflasyon oranındaki artış daha fazla senyoraj geliri elde edilmesini olanaklı
kılmaktadır. Ekonomi Laffer eğrisinin yanlış bölgesinde ise, bu durumda mali
açıklar enflasyonun tek açıklama biçimi olamaz. Mali açıdan bakıldığında
hükümet enflasyon oranını düşürerek senyoraj gelirlerini arttırabilir. Bu iki
açıklama biçiminin ortak özelliği, enflasyonu istikrarlı bir uzun dönem denge
durumu olarak ele almasıdır. Bu anlamda
alternatif açıklama tarzı şudur; enflasyon istikrarsız bir olgu olup, senyoraj
gelirlerini arttırmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Ekonomi enflasyon
sürecinin hızlandığı bir patikaya yerleştiğinde, bu süreç hiper enflasyona neden
olmaktadır. Bir ekonominin cari durumunun analizi açısından en iyi açıklama
tarzının hangisi olduğu, para talebinin enflasyon esnekliğinin birden küçük
(e<1) olup olmadığına ve uzun dönem mali açıkların para yaratma nedeniyle elde
edilecek olan maksimum uzun dönem denge gelirlerinden büyük mü, yoksa küçük mü
olduğuna bağlıdır.
Vegh (1995a: 680) soruna başka bir açıdan yaklaşarak şu saptamayı
yapmaktadır: Geleneksel yaklaşım faydalı bir bakış açısı sunmasına rağmen, para
ikamesi koşulları altında enflasyonist finansmana ilişkin temel sorunlar ancak Phelps
(1973)’ün önderliğini yaptığı “Kamu Finansmanı Teorisinden” hareketle
açıklanabilir. Vegh (1989a: 139-46) ulusal paraya ek olarak yabancı paranın da işlem
maliyetlerini düşürdüğünü varsaymaktadır. Buna göre, yurt dışı nominal faiz
oranları pozitifse, kamu kesimi için pozitif bir enflasyon vergisi uygulamak optimaldir.
Çünkü, yurt dışı nominal faiz oranlarının pozitif olması tüketim harcamaları
üzerinde bir vergi gibi etki yaratır.
Sonuç olarak yurt dışı nominal faiz oranının pozitif olması tüketim ile
boş zaman arasındaki tercihi bozucu bir etki yapar. Bu bağlamda, kamu kesimi pozitif bir enflasyon vergisi
uygulayarak, tüketim vergilerini azaltarak başlangıçtaki dengesizliği
küçültebilir. Tekrar etmek gerekirse, böyle bir dengesizliğin var olması, yurt
dışı nominal faiz oranlarının pozitif olmasının bir tüketim vergisi rolü
oynamasından kaynaklanmaktadır (Vegh, 1989b: 139). Vegh (1989b)’in bu analizi, para
ikamesi sürecinin yarattığı muhtemel dengesizliklere dikkat çekmesine rağmen,
“optimal enflasyon vergisini kamu harcamaları ve mali koşullarla ilişkili bir olgu
olarak ele almadığı için yararlı bir analiz çerçevesi sunamamaktadır. Enflasyonist
finansman mali açıklarla enflasyon arasındaki pozitif ilişkiye dayalı olduğu için;
enflasyon vergisi, kamu harcamaları ve para ikamesi arasındaki karşılıklı
ilişkilerin analize dahil edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Vegh (1995a)’in
yaptığı analize göre; kamu kesimi, işgücü gelirlerinin vergilenmesi ve enflasyon
vergisine ek olarak “yabancı para balanslarını vergilemeye” yönelebilir. Böyle
bir verginin pratikte uygulanması mümkün olmamakla birlikte, böyle bir durumun analizi
“enflasyon vergisi-kamu harcamaları ve para ikamesi” arasındaki karşılıklı
ilişkileri ortaya koyan bir modelin analitik farklılıklarının ortaya konması
açısından önemlidir. Çünkü, yabancı para balanslarının vergilendirilmesi
mümkün olduğunda, optimal enflasyon vergisinin kamu harcamaları ve yurt dışı
nominal faiz oranlarından bağımsız olarak “sıfır” olacağı gösterilebilir.
Vegh (1995a)’e göre, gerçekçi bir analizde, yabancı para balanslarının
vergilendirilemeyeceği gözönüne alındığında üç temel sonuç elde edilir:
·
Hiç kamu harcaması yoksa, optimal
enflasyon vergisi, yurt dışı nominal faiz oranlarından bağımsız olarak
sıfırdır.Böyle bir durumda yurt dışı nominal faiz oranlarının sıfır olması
tüketim üzerinde bir vergi etkisi yaratmaya devam etse bile, kamu kesimi ek bir vergi
uygulayarak bu dengesizliği azaltamaz.
·
Yurt dışı nominal faiz oranları
pozitifse, kamu harcamaları düzeyinin pozitif olması, pozitif enflasyon vergisi
uygulamayı optimal hale getirir.Bu durumda kamu harcamalarının pozitif hale gelmesi,
işgücü gelirlerinin vergilenmesine neden oluyorsa, hiç kamu harcamasının olmadığı
bir başlangıç durumundan hareketle şu saptama yapılabilir: Çalışanlardan alınan
verginin pozitif hale gelmesine neden olan bir kamu harcaması artışı, yurt dışı
nominal faiz oranları veri iken, özel sektörün yabancı para talebinin alternatif
maliyetini arttırır. Bu durum kamu kesiminin “tüketicilerin yabancı para
kullanımını yaygınlaştırmak amacıyla”, pozitif enflasyon vergisi uygulamasının
optimal olduğunun bir kanıtıdır.
·
Kamu harcamaları pozitifse, yurt dışı
nominal faiz oranlarının sıfır olduğu bir başlangıç denge durumundan hareketle şu
saptama yapılabilir. Yurt dışı nominal faiz oranlarındaki bir artış, enflasyon
vergisine başvurmayı optimal hale getirir. Çünkü, kamu harcamalarındaki artış
çalışanlardan alınan vergilerin pozitif hale gelmesine neden olurken aynı zamanda
yurt dışı nominal faiz oranlarının yükselmesi, yukarıda tartışılan nedenlerle,
yabancı para bulundurmanın özel maliyeti ile sosyal maliyeti arasında bir dengesizlik
yaratır.
2.3. Senyoraj Gelirleri, Vergi Sisteminin Etkinliği ve Politik Istikrar
Kamu kesiminin elde ettiği senyoraj gelirlerinin önemi ile vergi sisteminin
etkinliği ve politik istikar arasında ilişki kuran geniş bir
literatür
bulunmaktadır. Dixit (1991) vergi sisteminin etkinliğini verginin tahakkuku ile
tahsilatı arasındaki zaman gecikmelerinin yarattığı sonuçlar açısından
incelerken; Vegh (1989a) vergi sisteminin etkinliğini, “kamu harcamaları-vergi toplama
maliyetleri ve nominal faiz oranı” arasındaki ilişkiler açısından incelemektedir.
Dixit (1991: 643)’e göre, vergi tahakkuku ile tahsilatı arasında bir zaman
gecikmesi söz konusu ise, enflasyon oranındaki artış kamu gelirlerinin reel değerini
düşürmektedir. Bu durum literatürde, “Tanzi
Etkisi” olarak bilinmektedir. Tanzi etkisi kavramı çerçevesinde öne sürülen
argüman şudur: Bir ekonomide vergi tahsilatında gecikmeler söz konusu ise enflasyonist
finansmanın olumsuz etkisi iki biçimde ortaya çıkmaktadır; enflasyonist finansman
sadece reel para balanslarının marjinal faydasının marjinal maliyetinin altına
düşmesine neden olmamakta; aynı zamanda diğer
vergi türlerinden elde edilen gelirleri de azaltmaktadır.
Bu nedenle, vergi tahsilatındaki gecikmeler hesaba katıldığında enflasyonist
finansmanı kullanmanın marjinal maliyeti daha yüksek olacaktır (Dixit, 1991: 644).
Buna göre, tahsilat gecikmelerinin varlığı gözönüne alındığında yapılacak olan
analiz, bu gecikmelerin “enflasyon vergisi ile diğer vergilerin optimal bileşimi”
üzerindeki etkisini içerecek biçimde genişletilmelidir. Çünkü, diğer vergilerin
oranları veri iken, enflasyon vergisinin marjinal maliyeti arttığı için diğer
vergilerin oranını arttırmak arzulanan bir durum haline gelebilir.
Dixit (1991: 644)’e göre, bu konuda yapılan diğer çalışmalarda vergi tahsil
maliyetleri ele alınmakta ancak vergi tahsilatı gecikmeleri göz ardı edilmektedir.
Dixit (1991) genel olarak şu sonuca ulaşmaktadır: Vergi toplamanın ortalama maliyeti
istikrarlıysa ve reel vergi gelirlerinin artan bir fonksiyonuysa, vergi tahsilatında
uzun bir gecikmenin var olması optimal enflasyon vergisi oranının daha yüksek olması
anlamına gelir. Bu bağlamda enflasyonist finansmanın yarattığı reel gelir erozyonu
mal ve hizmetlere uygulanan vergi oranları arttırılarak telafi edilebilir. Ancak burada
önemli olan nokta şudur; enflasyon vergisi sabit tutuluyorsa ve mal ve hizmetlerden
alınan vergiler, reel vergi gelirlerindeki azalışı telafi edici şekilde
arttırılıyorsa, vergi tahsilatında uzun süreli gecikmelerin var olması mal ve
hizmetlerden alınan vergilerin toplanmasını daha maliyetli hale getirir. Böylece vergi
geliri kaynağı olarak enflasyon vergisine yönelmek daha optimal hale gelir. Başka
biçimde ifade edilirse, tahsilat gecikmelerinin varlığı kabul edildiğinde, tüm vergi
yapısı dikkate alınmalıdır. Çünkü bu durumda farklı tür vergiler arasındaki
ilişkilerin kurulduğu kanallar farklılaşmaktadır.
Vegh (1989a) ise, kamu harcamaları, vergi toplama maliyetleri ve optimal faiz oranı arasındaki ilişkileri değerlendirmekte ve nihai olarak şu saptamaları
yapmaktadır: Optimal faiz oranı kamu harcamalarının artan bir fonksiyonudur. Farklı etkinlikteki vergi toplama sistemleri
için bu fonksiyonel ilişki farklılaşmaktadır. Buna göre; Vergi sisteminin
etkinliğinin nominal faiz oranının optimum düzeyi üzerindeki etkisi açısından şu
saptama yapılabilir: Kamu harcamalarının veri bir düzeyi için, vergi sisteminin
etkinliği düştükçe optimal nominal faiz oranı yükselmektedir. Buna göre, kamu
harcamalarının düzeyi değişmese bile, vergi sistemi daha etkin hale geldikçe,
nominal faiz oranı düşer.
Vergi sisteminin etkinliğinin nominal faiz oranının değişimi üzerindeki
etkisi açısından ise şu saptama yapılabilir: Kamu harcamalarındaki veri bir artış
için, vergi sisteminin etkinliği düştükçe nominal faiz oranındaki artış daha
büyük olmaktadır.
Son olarak, tüketimden
alınan vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı kamu harcamalarının artan bir
fonksiyonu iken; enflasyon vergisinin toplam vergilere oranı kamu harcamalarının azalan
bir fonksiyonudur. Farklı etkinlikteki vergi sistemleri dikkate alındığında, hepsinde
ulaşılan sonuç aynıdır.
Vergi sisteminin etkinliğinin önemi bu şekilde ortaya konduktan sonra, senyoraj
gelirlerinin önemi açısından gelişmekte olan ülkelerde politik sistemin
yetersizliği önemli bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü, politik sistemin
yetersizliği hem senyoraj
gelirlerini
gelişmekte olan ülkelerde kamu kesimi için önemli bir gelir kaynağı haline
getirmekte, hem de vergi sisteminin yetersizliğini besleyen bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır.
Tanzi (1987: 417)’in belirttiği gibi, gelişmekte olan ülkelerde vergi
yükünün yüksekliği ve verginin tabana yaygınlaştırılamamış olması temel bir
sorundur. Buna ek olarak gelişmekte olan ülkelerde; sermaye piyasalarının derinlik ve
genişlik açısından yeterli büyüklüğe sahip olmaması; sermaye piyasalarında kamu
borçlanma araçlarının önemli bir paya sahip olması; çok daha genel olarak ifade
edilirse, iç borçlanmanın sürdürülemez hale gelmiş olması ve bunlara ek olarak
dış borçlanma olanaklarının konjonktüre göre değişiyor oluşu, kamu
açıklarının para yaratılarak finansmanını ön plana çıkarmaktadır.
Fisher (1982: 302)’in belirttiği gibi, senyoraj tipi vergileme, gelişmekte olan
ülkelerde gelişmiş ülkelere göre çok daha önemli bir gelir kaynağıdır. Bu
bağlamda gelişmekte olan ülkelerde politik istikrarın derecesi tartışma gündemine
gelmektedir. Edwards ve Tabellini (1991: 32) bu
durumu şu biçimde analiz etmektedir:
Iktidardaki
hükümet kamu kesiminin ne kadar harcama yapacağına, kamu harcamalarının
kompozisyonunun ne olacağına ve kamu harcamalarının finansmanının sağlanmasında
hangi gelir grubunun ne ölçüde vergilendirileceği konusunda karar vermek zorundadır.
Kamu harcamalarını finanse etmede hangi yöntemi ne ölçüde kullanacağını ortaya
koymak amacıyla, iktidardaki hükümetin kendisinden sonra gelecek hükümet tarafından
farklı bir maliye politikasının izleneceğini ve bu yeni
hükümetin kendi yerini alacağını bildiğini varsayalım. Bu durumda
iktidardaki hükümet kamu harcamalarının finansmanını borçlanma ile
gerçekleştirirse, borçlanma ile sağlanacak kaynakların kendisine akacağını, borç
yükünün ise gelecek iktidar tarafından
üstlenileceğini bilir. Bu anlamda mevcut hükümetin borçlanma davranışında bir
asimetri söz konusu olup, bu asimetri mevcut hükümetin borçlanma davranışını
optimumdan uzaklaştırır. Bu ise borçlanmanın sürdürülemez hale gelmesine, yapısal
önlemlerin alınamamasına ve kamu finansmanında monetizasyonun ön plana çıkmasına
neden olur.
Bu anlatılanlar bağlamında incelendiğinde, bir ülkenin “ senyoraj ile diğer
vergileme biçimleri arasında” yaptığı tercihi politik değişkenlerle
ilişkilendiren geniş bir literatür bulunmaktadır.Bu literatüre göre, bir ülkedeki senyoraj gelirlerinin boyutu ile
politik istikrarsızlık arasında pozitif bir ilişki bulunmaktadır.
Bu konuda Aizenman (1992: 107) “zayıf
hükümet” argümanını geliştirmiştir. Buna göre politik istikrarsızlık ekonominin “ etkinsizlik düzeyini”
belirlemekte ancak bu etkinsizlik zaman içinde sabit kalmamaktadır. Andrabi (1997)’ye
göre, ekonominin etkinsizlik derecesi üretimin
stokastik niteliğine ( yani üretimin büyüme oranı, cari gelir düzeyindeki
dalgalanmalar ve kamu harcamaları ile outputun birlikte değişiminin derecesi vb.)
bağlıdır. Üretimin büyüme oranının yüksek ve istikrarlı olduğu ülkeler politik
istikarsızlığın/yetersizliğin üstesinden gelebilmekte ve böylece senyoraj
gelirlerinin toplam kamu gelirlerine oranı düşmektedir. Ikinci olarak, üretim
düzeyindeki geçici artışlar politik zayıflığı aşma çabalarını azaltmakta ve
senyoraj gelirlerini önemli bir gelir kaynağı haline getirmektedir.
Burada hemen belirtmek gerekmektedir ki, gelişmekte olan ülkelerde teknolojik ve
kurumsal nedenlerle etkin bir vergi sisteminin geliştirilememiş olması, senyoraj
gelirlerinin en önemli gelir kaynağı haline gelmesinin tek nedeni değildir. Cuikerman vd. ( 1992 : 537-538 )’ e göre, senyoraj
gelirlerinin en önemli gelir kaynağı haline gelmesinin sadece yukarıda sıralanan
nedenlere bağlanması, benzer kalkınma düzeyine sahip ve benzer üretim yapısına
sahip olan ülkelerdeki enflasyon oranı farklılığını açıklamakta yetersiz
kalmaktadır. Bu anlamda Cuikerman vd. (1992 )
geleneksel açıklama tarzına ek olarak, gelişmekte olan ülkelerde vergi sisteminin
evrimini, politik sistemin özelliklerine bağlı bir olgu olarak ele almaktadırlar. Buna
göre, hükümetlerin iş başında olma sürecinde, önceki hükümetler bilinçli olarak
etkin olmayan vergi sistemini muhafaza etmekte ve böylece gelecek hükümetlerin hareket
alanını daraltmaktadırlar. Bu durum çoğunlukla politik sistemi istikrarsız olan
ülkelerde ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede ele alındığında, senyoraj
gelirlerinin önemli bir gelir kaynağı haline gelmesi vergi sistemini etkin hale
getirmeye yönelik politik kararların alınamamasından kaynaklanmaktadır. Istikrarsız
ve kutuplaşmış politik sistemlerde bu durumun ortaya çıkması olasılığı oldukça
yüksektir. Geleneksel olarak, vergi toplama maliyetlerinin yüksekliği, ülkenin
bulunduğu kalkınma aşamasına ya da ekonominin yapısı gibi dışsal faktörlere
bağlı olarak açıklanmaktadır. Cuikerman vd.
(1992)’ye göre bu geleneksel açıklama tarzına ek olarak, vergi sisteminin etkinliği
ve dolayısıyla senyoraj, ülkedeki politik istikrar ve politik kutuplaşmanın
derecesine bağlıdır. Merkez bankasının bağımsızlığı ile politik istikrar
arasında negatif bir ilişki olduğu dikkate alındığında, politik istikrarsızlık
senyoraj gelirlerinin önemli bir gelir kaynağı haline gelmesine ve merkez bankasının
bağımsızlığının azalmasına neden olmaktadır.
2.4. Senyorajın Parasal Reform Girişimleri Üzerindeki Etkisi
Vegh (1995b: 62), enflasyonist süreci analiz ederken “hiper enflasyon” ile
“kronik enflasyonu” karşılaştırmakta ve şu saptamayı yapmaktadır: Hiper
enflasyon sürecinin nitelikleri, hiper enflasyon koşullarındaki stabilizasyon girişimlerini, kronik enflasyonu
önleme girişimlerinden daha kredibl hale getirmektedir. Hiper-enflasyon sürecinin
niteliklerinden bir tanesi senyoraj gelirleriyle ilgilidir. Buna göre, kamu kesiminin
senyoraj geliri elde etme gereksinimindeki artış kronik enflasyon ortamında değil,
hiper enflasyon ortamında çok açık hale gelir. Hiper enflasyon koşullarında
enflasyonist finansmanın mali yönü son derece belirgin olduğu için; bütçe
açıklarını kapatmanın fiyat istikrarını sağlamaya yeterli olduğuna halkın ikna
edilmesi çok daha kolaydır. Bunun tersine, kronik
enflasyonun hüküm sürdüğü ülkelerde enflasyon oranındaki artış ile kamu
kesiminin parasal genişleme nedeniyle sağladığı gelirlerin artışı arasındaki
ilişki çok açık değildir. Buna ek olarak kronik
enflasyon, mali bir reformun enflasyonu önlemede yeterli olup olmadığı konusunda
halkta kuşku uyandırır.
Cukierman (1995), Almanya’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan
hiper-enflasyon dönemini analiz ederek, kamu
kesiminin parasal genişleme sonucu elde ettiği gelirlerle, stabilizasyonun zamanlaması
arasındaki ilişkiyi başka bir açıdan şu biçimde kurmaktadır: Alman
hiper-enflasyonunun tüm aşamalarında senyorajın
dikkat çekici özelliği şudur: Hiper-enflasyon sürecinin tüm aşamalarında parasal
büyüme oranındaki artış senyoraj gelirlerini arttırmıştır. Bu durum, enflasyon
oranındaki artış sürecinde para talebinin fiyat esnekliğinin birden daha büyük
olduğu (e>1) dikkate alınırsa çelişkili bir durumdur. Cuikerman (1995)’a göre,
bu çelişkili durumu açıklayabilecek olan temel olgu, beklentilerin intibak sürecidir.
Bir hükümetin “senyoraj” ile “enflasyondan kaçınmak” arasındaki tercih
yelpazesi, zaman içinde skotastik olarak değişmektedir. Burada önemli olan nokta
şudur: Hükümet bu tercih değişimi hakkında zamansal olarak diğer ekonomik
birimlerden daha fazla bilgi sahibidir. Daha rafine ifade edilirse, hükümet “senyoraj
geliri” ile “fiyat istikrarına” atfedilen göreli önem değiştiğinde bu
değişimin ne kadar süreceğiyle ilgili olarak diğer ekonomik birimlere göre daha
fazla bilgi sahibidir. Halk ise, bu tercih değişimiyle
ilgili bilgiye hükümetin geçmişteki politikalarını izleyerek sahip olabilir.
Fakat hükümetin göreli hedef değişikliği geçici ve sürekli şoklardan etkilendiği
için; halk açısından optimal bilgilenme göreli hedeflerde ortaya çıkan sürekli
değişimin halk tarafından ancak tedricen anlaşılabileceğini ima eder. Buraya kadar
söz konusu edilen olgular, para talebinin esnekliği birden daha büyük (e>1) olsa
bile, politika yapıcısına parasal genişleme oranını arttırarak senyoraj gelirlerini
arttırma olanağı vermektedir. Bu bağlamda ele alındığında politika yapıcıları
uzun dönem ile kısa dönem arasında var olan trade-off’dan
yararlanmak isterler: Yani uzun dönemde elde edecekleri senyoraj gelirlerinin azalması
pahasına kısa dönem senyoraj gelirlerini arttırmak isterler (Cuikerman,1995: 138).
Ancak bu değiş-tokuş geçici nitelikte olup, bu süreç kendi kendini
sınırlayıcı bir süreçtir. Çünkü, parasal genişleme oranının artması
sürecinde hane halkları yeni duruma intibak sağladıklarında reel para talebi azalır
ve enflasyon vergisi gelirlerinin şimdiki değeri enflasyon yaratmanın şimdiki değeri
ile karşılaştırıldığında çok düşük hale gelir. Bu durum nihai olarak mevcut
parasal rejimi politika yapıcıları için yararlı bir araç olmaktan çıkarır. Ve
politika yapıcıları bir “parasal reformu” uygulamaya koymayı daha avantajlı
bulurlar. Bu olgu Cuikerman(1995)’a göre, stabilizasyonun zamanlamasını belirleyen
faktörlerin niteliksel açıdan analiz edilmesini mümkün kılar.
2.5. Senyoraj Gelirleri ve Alternatif Parasal Sistemler
Senyoraj sadece ulusal para politikası açısından değil uluslararası para
sisteminin niteliğine bağlı olarak da gündeme gelmektedir. Willet ve Banaian (1996:
82)’a göre, Bretton Woods sisteminin kurallarına dayalı olarak işleyen uluslararası para sistemine yönelik
temel eleştirilerden birisi, ABD dolarının diğer ülkeler tarafından rezerv para
olarak bulundurulması nedeniyle ABD’nin haksız bir senyoraj geliri elde ettiği
noktasında toplanmaktadır. Fisher (1982)’in gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere
dayalı olarak yaptığı sınıflandırmadan hareketle, bir ülkede yabancı para
kullanımının yaygınlaşması nedeniyle ortaya çıkan senyoraj kaybının maliyeti
GSMH’nin %1’ine eşittir. Teorik olarak, ulusal paranın tamamen yabancı para ile
ikame edildiği bir durumda ülkenin tüm senyoraj gelirleri, yabancı para hangi ülkeye
aitse, o ülkeye gidecektir (Panama ABD dolarını resmi para birimi olarak kabul eden bir
ülke olması nedeniyle burada söz konusu edilen tam dolarizasyonun örneğini
oluşturmaktadır.). Panama örneğinden hareketle şu soruyu sorabiliriz: ABD
dışındaki bir ülkenin tam dolarize olmasının ABD senyoraj gelirlerine etkisi nedir?
Burada ABD’nin elde edeceği senyoraj gelirlerinin değerlendirilmesi açısından şu
nokta önemlidir: ABD yurt dışında bulunan dolar cinsi mevduat hesaplarından senyoraj
geliri elde edemez. Çünkü bu mevduatlara karşı elde tutulan rezervler FED’in
yarattığı merkez bankası parası cinsinden değil, faiz getirisi sağlayan aktifler
olarak elde tutulmaktadır. Dolayısıyla sadece ABD doları cinsinden tutulan para
balansları ABD’nin senyoraj gelirlerini artırır.
Melvin ve Piers (1986) bu konuda şu saptamayı yapmaktadır: Geçmiş on yıl
boyunca, ABD’nin nakit para stokundaki artışın tümü dünyanın geri kalanına
aksaydı ABD’nin elde edeceği senyoraj geliri, ABD kamu gelirlerinin ortalama yüzde
1.7’sine ulaşırdı ki, ABD nakit stokundaki artışın sadece bir kısmı diğer
ülkeler tarafından kullanılmaktadır.
Daniels ve Hose (1996) senyoraj sorununu Avrupa parasal birliğine ulaşılması
amacı çerçevesinde değerlendirmekte ve şu soruyu sormaktadır: ”Hükümetlerin kamu
harcamalarının finansmanında kısmen senyoraj gelirlerine bağlı oldukları dikkate alındığında, acaba parasal birliğe
yönelme davranışı ulusal düzeyde
enflasyon, faiz oranlarını ve zorunlu rezerv oranlarını nasıl etkiler? Yaptıkları
çalışmada bu soruyu şu biçimde yanıtlıyorlar. Parasal birliğe ulaşmayı
sağlayacak biçimde politika koordinasyonunun düzeyi arttıkça ulusal düzeyde
enflasyon ve faiz oranı düşer, ancak zorunlu rezerv oranı artar. Zorunlu rezerv
oranındaki yükselme Avrupa bankacılık sistemini rekabet düzeyi açısından
dezavantajlı konuma getirecektir. Zorunlu
rezerv oranları ile senyoraj gelirleri arasındaki ilişki, Maastricht anlaşmasının
politika koordinasyonu konusundaki tedrici yaklaşımı çerçevesinde dikkate
alındığında, bu anlaşma parasal birliğe ulaşma konusunda sürdürülebilir bir
yaklaşım değildir. Burada önemli olan nokta şudur: Tüm Avrupa ülkeleri, kamu
harcamalarının finansmanı için belli ölçülerde senyoraj gelirlerine bağımlı
durumdadır. Bireysel düzeyde ülkelerin parasal taban büyüklüğünü ve nominal faiz
oranlarının düzeyini belirleme gücü olduğu dikkate alınırsa, bireysel düzeyde her
ülke iki para politikası aracı (faiz oranı ve zorunlu karşılık oranı) ve bir
maliye politikası aracı (vergiler)na sahiptir. Bu bağlamda ülkeler arasında iki tip
koordinasyon söz konusu olabilir:
·
Sadece vergi oranları ve faiz oranlarının
koordine edilmesi (ki bu Avrupa para sistemi çerçevesinde söz konusu olan kısmi koordinasyondur).
·
Faiz oranları, vergi oranları ve zorunlu
karşılık oranlarının uyumlaştırılması (yani tam koordinasyon).
Bu açıklamalar ışığında senyoraj gelirleri ile parasal birlik arasındaki
ilişkiler şu biçimde ortaya konulabilir: Avrupa para sistemi tarzı kısmi koordinasyon
(yani zorunlu karşılık oranlarının değil faiz oranlarının koordinasyonu) ulusal
düzeyde faiz oranlarının ve enflasyon oranlarının düşmesine yol açar. Ancak bu
tür bir koordinasyon bireysel düzeyde ülkelerin uyguladıkları zorunlu karşılık
oranlarının artmasına neden olur. Çünkü faiz oranlarının koordinasyonu sonucunda
enflasyon oranındaki düşme her ülkenin bireysel düzeyde elde ettiği senyoraj
gelirini azaltır. Bu ise bireysel düzeyde ülkelerin zorunlu rezerv oranlarını arttırmalarına yol açar. Tam politika
koordinasyonu durumunda ise parasal birliğe katılan ülkeler birlikte senyoraj kaybına
uğrar. Bu ise, tedricen, zorunlu rezerv oranlarının, kısmi koordinasyon durumunda
olduğundan, daha fazla arttırılmasına yol açar. Burada önemli olan nokta şudur;
düşük faiz oranı ve düşük enflasyon hedefi Avrupa para birliğinin hedefi olmasına
rağmen zorunlu karşılık oranlarının arttırılması
birliğin hedefi değildir.
2.6. Çeşitli Ülkelerde Senyoraj Gelirleri
Bu bölümde çeşitli ülkelerde senyoraj gelirlerinin GSYİH’ya oranı ile
ilgili bazı istatistiki veriler sunulmaktadır. İstatistiki bilgiler değerlendirilmeden önce Tablo’da yer
alan ülkelerin seçilme nedenleri şu biçimde ifade edilebilir (Tablo II.1):
·
Tablo’da verilen ilk beş ülke (Arjantin, Bolivya, Brezilya, İsrail,
Peru) geçmiş on yıl boyunca çok ciddi ekonomik dengesizlikler yaşamış ve ciddi
istikrar programları uygulamış olan ülkelerdir.
·
Sonraki iki ülke (Estonya ve Hong Kong)
daha önce geniş biçimde tartıştığımız para kurulu sistemini uygulamış olan
ülkelerdir.
·
Rusya, 1989’dan sonra büyük bir iktisadi
sistem dönüşümü yaşamıştır.
·
Japonya son dönemlerde ulusal parasının
dış değerinin artması sorunuyla karşı arşıya olan bir ülkedir.
·
İngiltere ve ABD örneği, daha önce
Altın para sistemine geri dönüş önerisi çerçevesinde anlatıldığı gibi,
uluslararası para sisteminin değerlendirilmesinde referans ülkeler durumundadır.
İspanya, Portekiz ve Yunanistan Avrupa Birliğine en son
katılan, ekonomik yapıları Türkiye ekonomisine benzeyen ve Avrupa Birliğinin homojen
yapısını bozan ülkeler durumundadır.Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil olma
amacı çerçevesinde, bu ülkelere ilişkin bilgilerin verilmesi yararlıdır.
Tablo II.1 Çeşitli Ülkelerde Senyoraj ve Diğer Bazı Makro
Ekonomik Göstergeler (1993-1995) |
||||
Ülkeler |
GSYİH Zımni
Deflatörünün Yıllık Ortalama Büyüme Oranı |
Senyorajın
GSYİH’ya Oranı |
Para ve Para
Benzerlerinin Yıllık Ortalama Büyüme Oranı |
Reel Faiz
Oranı |
Arjantin |
3.1 |
0.4 |
7.0 |
5.7 |
Bolivya |
8.9 |
1.8 |
15.6 |
10.5 |
Brezilya |
542.4 |
7.0 |
316 |
55 |
İsrail |
10.6 |
-0.1 |
23.1 |
2.0 |
Peru |
15.5 |
2.0 |
32.9 |
1.7 |
Estonya |
37.2 |
4.1 |
30.6 |
- |
Hong Kong |
6.0 |
- |
- |
- |
Rusya |
249.6 |
- |
160.3 |
- |
İngiltere |
2.4 |
0.2 |
- |
1.2 |
ABD |
2.3 |
0.4 |
2.9 |
- |
Japonya |
-0.1 |
0.6 |
2.9 |
1.4 |
Yunanistan |
9.6 |
2.4 |
24.8 |
6.1 |
Portekiz |
4.5 |
-3.6 |
9.7 |
3.6 |
İspanya |
4.3 |
0.6 |
6.9 |
3.6 |
Türkiye |
93.6 |
3.2 |
123.5 |
-4.8 |
Kaynak: World Bank,
World Development Indicators, 1997, 186-9. |
Tablo II.1‘deki veriler çerçevesinde aşağıdaki saptamalar yapılabilir:
Tablo’da yer alan ülkelerde; enflasyon oranı, parasal genişleme oranı ve
senyoraj geliri arasında birebir bir ilişki bulunmamaktadır. Ancak, enflasyonun
süreklilik kazanmasının reel para talebini erittiği sonucuna kolay biçimde
ulaşılabilmektedir. Bu açıdan, ülkemizde senyoraj gelirlerinin Gayrisafi Yurt İçi
Hasıla içindeki payı, Avrupa Birliği’ne üye üç ülke ile karşılaştırıldığında, İspanya, Portekiz
ve Yunanistan’da enflasyon oranın ve parasal genişleme oranının Türkiye’den daha
düşük olduğu görülmektedir. Yunanistan yüzde 24.8’lik bir parasal büyüme oranı
ve yüzde 9.6’lık bir enflasyon oranı ile GSYİH’nın
yüzde 2.4’ü kadar senyoraj geliri elde etmektedir. Ülkemizde ise senyoraj
gelirlerinin GSYİH’ya oranı sözkonusu
1993-1995 yılları arasında yüzde 3.2 olarak hesaplanmıştır. Ülkemizde enflasyonist
finansmanın varlığı reel para talebinin erimesine neden olmaktadır. Enflasyonun reel
para talebini azaltıcı etkisi Brezilya’nın durumundan açıkça görülmektedir. Bu
açıdan ülkemizde yaşanan para ikamesi süreci büyük bir öneme sahiptir.
Altınkemer (1996: 291-2), Türkiye için bir rezerv para
talep fonksiyonu tahmin ederek, farklı para ikamesi oranları için, veri enflasyon
vergisi oranını (enflasyon vergisi/reel milli gelir) elde etmek için enflasyon
düzeyinin ne olması gerektiğini hesaplamıştır. Bu hesaplamalar Tablo II.2’de
verilmektedir.
Tablo II.2 Enflasyon, Enflasyon Vergisi ve Para İkamesi
Arasındaki İlişkiler |
||
Enflasyon (%) |
Enflasyon Vergisi / Reel Milli Gelir |
Para İkamesi (%) |
80 |
3.4 |
50 |
55 |
3.4 |
0 |
55 |
2.45 |
50 |
38.5 |
2.45 |
0 |
80 |
2.2 |
75 |
134 |
3.4 |
75 |
Kaynak:
Altınkemer (1996: 291-2).
Tablo II.2’den izlenebileceği gibi, para ikamesinin yüzde 50, enflasyon oranının yüzde
80 olduğu başlangıç durumunda, devletin enflasyon yaratarak kapatabileceği bütçe
açığı milli gelirin yüzde 3.4’ü oranındadır. Uç bir örnek olmakla birlikte
paranın dövize ikamesinin 0’a indirilmesi durumunda, yine aynı oranda enflasyon
vergisi elde etmek için gerekli olan enflasyon yüzde 80’den yüzde 55’e
düşmektedir. Öte yandan, dolarizasyonun yüzde 50 olduğu mevcut durumda, enflasyonun
yüzde 55’e düşmesi halinde devletin enflasyondan sağlayacağı gelir, milli gelirin
yüzde 2.45’ine düşmektedir. Paranın dövizle ikamesinin artarak yüzde 75’e
çıkması durumunda ise, tekrar milli gelirin yüzde 3.4’ü oranında gelir elde
edebilmek için enflasyonun yüzde 134’e çıkması gerekmektedir.
Buna ek olarak ülkemizde reel milli gelirin büyüme hızı ile para yaratımı
nedeniyle kamu kesiminin elde ettiği gelirler arasında nasıl bir ilişki olduğu önem
kazanmaktadır. Bu ilişkinin nasıl olduğu Altınkemer (1994)’ün çalışmasından
hareketle şu biçimde ortaya konulabilir. Tablo II.3 Altınkemer (1994)’in yaptığı
hesaplamaların sonuçlarını vermektedir.
Tablo II.3 Reel GSMH’nin Büyüme Oranı ile Enflasyon
vergisi/GSMH Arasındaki İlişki |
||
Yıllar |
Reel GSMH Büyüme Oranı |
Enflasyon vergisi / GSMH |
1988 |
1.4 |
4.0 |
1989 |
1.6 |
4.0 |
1990 |
9.4 |
2.85 |
1991 |
0.4 |
3.21 |
1992 |
4.4 |
2.8 |
1993 |
7.6 |
2.65 |
1994 |
-3.8 |
4.9 |
Kaynak: Altınkemer (1994).
Tablo II.3’den görüldüğü gibi, ülkemizde enflasyon vergisinin GSMH’ye
oranı yüzde 2.65 ila yüzde 4.9 arasında değişmektedir. Tablodaki bilgiler 1988,1989
ve 1994 yılları gibi büyümenin çok düşük olduğu dönemlerde kamu kesimi enflasyon
vergisine daha çok başvurmaktadır.
2.7. Türkiye’de
Senyoraj Gelirleriyle İlgili Olarak Yapılan Çalışmaların Genel Sonuçları
Ülkemizde senyoraj gelirleriyle ilgili olarak yapılan çalışmaların genel
sonuçlarını şu şekilde özetleyebiliriz:
Küçüker vd.
(1993)’ün yaptığı çalışmada Türkiye’de senyoraj gelirlerini maksimize eden
enflasyon oranının yüzde 136 olduğu sonucuna varılmıştır.
Soylu (1997: 11) ampirik çalışmalarda, kamu maliyesi yaklaşımı çerçevesinde
senyoraj geliri hesaplamada, doğru faiz oranını seçme konusunda sorunların var
olduğunu ve amprik çalışmayı Monetarist yaklaşıma dayalı olarak yaptığını
belirtmektedir. Soylu (1997: 78), Cagan tipi bir para talebi fonksiyonu kullanarak,
ülkemizde senyoraj gelirlerini maksimize eden enflasyon oranının yıllık yüzde 83.3
olduğunu belirtmektedir. Çalışmada ulaşılan sonuç şu biçimde özetlenmektedir:
”Yıllık enflasyon bu oranının üzerine çıktığı takdirde enflasyon vergisi azalma gösterecektir. Merkez
bankasının bu oranı tutturacak bir politika izlemesi durumunda enflasyonist finansman
yoluyla en yüksek gelire ulaşılacaktır. Bu da aylık yüzde 6.9 civarında bir
enflasyon demektir. Türkiye’de 1994 yılı hariç ortalama enflasyon oranı ortalama
olarak bu seviyelerde olmuştur. Bu da Türkiye’de enflasyon vergisinin etkin bir
biçimde kullanıldığını göstermektedir.”
Soylu (1997)’nin tersine, Bali (1996), 1981-1993 dönemi
için rezerv para ve parasal taban artışından elde edilen senyoraj ve enflasyon vergisi
gelirlerini hem monetarist yaklaşıma göre hem
de fırsat maliyeti (kamu maliyesi) yaklaşımına göre
hesaplamıştır. Buna göre ulaşılan
sonuçlar şunlardır:
Monetarist yaklaşıma göre sözkonusu dönemde kamu kesiminin rezerv para
yaratarak senyoraj gelirlerinin GSMH’ye oranının en düşük olduğu yıl 1990
yılıdır (yüzde 2.4), enyüksek olduğu yıl 1982 yılıdır (yüzde 4.8), dönemin
ortalaması ise, yüzde 3.3’dür. Rezerv para artışı sonucu elde edilen enflasyon
vergisi gelirleri açısından bakıldığında, enflasyon vergisinin GSMH’ye oranının
en düşük olduğu yıl 1984 yılıdır
(yüzde 4.2), en düşük olduğu yıl ise, 1987 yılıdır (yüzde 2.2). Dönem
ortalaması yüzde 3.1’dir. Bu dönemde parasal taban artışından sağlanan
senyorajın GSMH’ye oranının en büyük olduğu yıl 1988 yılıdır ( yüzde 5.3), en
düşük düzeyde olduğu yıl ise 1990 yılıdır (yüzde 1.8). Dönemin ortalaması ise
yüzde 3.6’dır. Parasal taban artışından elde edilen enflasyon vergileri
açısından bakıldığında, enflasyon vergisinin GSMH’ye oranının en düşük
olduğu yıl 1987 yılıdır (yüzde 2.2), en yüksek olduğu yıl 1989 yılıdır (yüzde
2.2 ). Dönemin ortalaması yüzde 3.2’dir.
Fırsat maliyeti yaklaşımına göre rezerv para artışından kaynaklanan
senyoraj gelirlerinin GSMH’ye oranının en yüksek olduğu yıl 1993 yılıdır( yüzde
7.3), en düşük olduğu yıl ise, 1987 yılıdır (yüzde 5.7). Parasal taban
açısından değerlendirildiğinde ise, parasal taban artış nedeniyle elde edilen
senyoraj gelirlerinin GSMH’ye oranın en düşük olduğu yıl 1990 yılıdır (yüzde
4.5), en düşük olduğu yıl ise 1993 yılıdır (yüzde 8.5) Dönemin ortalaması
yüzde 6’dır.
Kural (1997: 53) yine Cagan tipi bir para talebi
fonksiyonundan hareketle, Türkiye’de enflasyon vergisini maksimize eden enflasyon
oranının yıllık yüzde 440 olduğu sonucuna ulaşmıştır
Selçuk (1997), Cagan tipi bir para talebi fonksiyonu
kullanarak, Türkiye’de senyoraj gelirlerini maksimize eden enflasyon oranının
yıllık yüzde 249 olduğunu bellirtmektedir. Selçuk, senyoraj gelirlerini maksimize
eden enflasyon oranının hesaplanmasıyla iligli kritik bir soruna dikkat çekmektedir.
Cagan tipi para talebi
fonksiyonu, senyoraj gelirini maksimize eden enflasyon oranı
ile ilgili olarak yanlış sonuçlar vermektedir. Yıllık yüzde 249 enflasyon, üç
aylık olarak düşünüldüğünde yüzde 36.7lik bir enflasyona tekabül eder. Oysa ki
Türkiye’de 1994 yılının ikinci üç
aylık dönemi göz ardı edildiğinde üç aylık enflasyon oranı yüzde 25’i
aşmamaktadır. Yüzde 249’luk enflasyonun kabul edilmesi Türkiyenin “senyoraj Laffer
eğrisinin” doğru tarafında (yani senyoraj gelirlerini maksimize eden noktanın sol
tarafında) olduğu sonucunu doğurur ki bu doğru bir sonuç değildir. Çünkü, eğer
bir ülkede para ikamesi önemli boyuttaysa yurt içi likidite içinde yabancı para
balansları önemli bir paya sahipse, bir ülkede enflasyon gelirlerini maksimize edecek
olan enflasyon oranı, ticaret partnerlerinin enflasyon oranından büyük bir sapma
gösteremez. Bu anlamda para ikamesinini yaygın olduğu yüksek enflasyona sahip ülkeler
Laffer eğrisinin yanlış bölgesindedir.
[1]
Finansal serbestleşme uygulamalarının senyoraj gelirleri üzerindeki etkileri konusunda
bkz. Adam vd. (1996).