POST MODERNİZME KURUMSAL BİR YAKLAŞIM

Doug Brown

Çeviren (Mustafa Sakal)

 

Pek çoğumuz, 20.yüzyıla girerken “post” olarak ifade edilen alışılmamış, yeni bir ön-ek ile karşı karşıya olduğumuzu kavramış durumdayız. Bilimsel yönden bu uyumu gösteren çeşitli kavramların incelenmesinde “sonracılık (post-izm)” kavramının belirleyici bir özellik taşıdığı yadsınamamaktadır. Örneğin; Post-Keynezyen İktisadi Düşünce, Post-Liberalizm, Post-Marksizm, Post-Endüstriyel Toplum, Post-Fordizm, Post-Strüktüralizm ve elbette tüm bu akımların Dünya Savaşı sonrası ortaya çıktığı düşünülürse, Dünya Savaşı sonrası dönem zamanla “Sonracılık (post-izm)” kavramı o kadar yaygınlaşmış, o kadar çığırından çıkmıştır ki, Ron Stanfield; bu konuda daha fazla çalışma yapmaya yönelik olarak “sonracılık sonrası (post post-izm)” kavramını ortaya atmış ve bu konuda ciddi çalışmalar yapılmasını önermiştir.

Bu toplantı, Kurumsalcı Düşünce Üzerine Çalışmalar Bölümü (AFIT)’nün ikinci bin yıllık devrenin, son yüzyılının son on yıllık döneminde yaptığı ilk toplantı olmasına rağmen, Stansfield’ın önerilerinin geçerliliği; 21. Yüzyıl için hatta ikinci bin yıllık devrenin son yüzyılının son on yıllık döneminde yapılan son AFIT toplantısı için de kabul edilebilir. Bütün bunlar bir yana bizim Post-Modernizm”i Kurumsalcı Yaklaşım çerçevesinde incelemeye yönelik yaptığımız çalışmalar, tüm “sonracılık(post-izm)” kavramlarını içine alacak şekilde bu konuda bir boşluğu doldurması açısından ciddi bir çabayı ifade etmektedir.

Post-Modernizm; on yıl önceki ya da çok daha önceki dönemlerde karşılaşılan ve sanat ve mimarlık alanlarında yaşanan sürekli gelişmeyi ifade eden bir kavramdır. Bu kavram zamanla; diğer kültürel alanlarda ve çeşitli bilimsel disiplinlerde de kullanılır hale gelmiştir. Günümüzde bu konuda geniş bir literatür bulunmakta ve Post-Modernizm’in diğer disiplinler ile bağlantısının kurulmasıyla ilgili olarak önemli çalışmalar yapılmaktadır. Bununla birlikte genel olarak Post-Modernizm; Felsefe, Ekonomi ve Politika Bilimi’nin yan dallarını da içine alacak şekilde çok geniş bir alanda yaşanan kültürel gelişmeyi ifade etmektedir.

Son bir kaç yılda yaptığımız araştırmalar sonucu; bu kavramın çeşitli yayınlarda şaşırtıcı derecede fazla kullanıldığını ve hatta bu kavramın kullanılmasının hiçbir zaman uygun olmadığını düşündüğümüz alanlarda dahi kullanıldığını gördük. Bu kullanım yaygınlığı sebebiyle bu kavramın ne anlama geldiğini araştırmaya kendimizi mecbur hissettik. İşte bu yaklaşım; Post-Modernizm’in kabulü konusunda kurumsalcı bir yaklaşımdır. Bu noktada bizim anladığımız; Post-Modernizm’in ciddi olarak ele alınması gereken bir kavram olduğudur.

Post-Modernizm konusunda şu deneme sonuçları ile kavramı açıklamaya başlamak istiyoruz. Öncelikle; Post-Modernizm; bir bakış açısı, bir yaklaşım ve bir uyanıştır. Kurumsalcı yaklaşım gibi epistemolojik (bilimin araştırılmasına yönelik ) bir kavram ya da analitik bir çalışma değildir. Bu kavram, bir çeşit dünya görüşü olup sosyal gerçeğin bir yorumudur. Ancak bizim anladığımız kadarıyla Kurumsalcı Yaklaşım; içerik itibariyle post-modern bir karakter taşımaktadır. Kurumsalcılar; - Kenneth Galbraight’ın 1960 yılı çalışmasında ve Clarence Ayres’in “Makul Bir Toplum Anlayışına Doğru” adlı eserinde olduğu gibi- post-modernist olarak değerlendirilebilirler. John Dewey gibi Thorstein Veblen de post-modernizm gündeme gelmeden önce varolan ilk post-modernistlerden sayılmaktadır.

İkinci olarak; post-modernizm; görüş açısının geçerliliği günümüzde kabul gören bir yaklaşım olarak -kurumsalcı yaklaşım gibi- Modern Endüstriyel Kapitalizm’in temel kültürel yapısını tamamen değiştirmeye yönelik bir nitelik taşımaktadır. Post-Modernist Yaklaşım, 1970’li yılların öncesinden itibaren tüm Kapitalist Sistemde ortaya çıkan değişikliklere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Günümüzde tüm adaletsiz yönleriyle beraber Kapitalist Sistem kabul edilmiş durumdadır ve telekomünikasyon, ulaşım, hizmetler ve temel üretim konusunda yüksek teknolojik gelişmeler sağlaması sebebiyle bu sistem hızla alanını genişletmiştir.

Üretim, dağılım ve tüketim alanlarında atılan adımlar hızla artmıştır. Bunun yanında yüksek teknolojik gelişmeler de piyasa güçlerinin coğrafi ve ekonomik alanını genişletmiştir. Günümüzde içinde yaşadığımız Kapitalizm; hızla gelişen, birleştirici nitelikli, alanını genişleterek dünyada yayılan ve hakimiyet gücü artan bir kapitalizmdir. Bununla birlikte son yirmi yılda yaşanan teknolojik değişiklikler, ekonomik faaliyetlerin tüketici ihtiyaçlarını daha etkin şekilde çeşitlendirmesine, bu ihtiyaçları arttırarak, şekillendirmesine ve bireysel nitelikli, özel üretilen mal ve hizmetlerin geniş ölçüde ve bir düzen dahilinde üretilmesine sebep olmuştur. Artık içinde yaşadığımız dünya; maliyet etkinliği alışkanlığının genişlediği, yüksek-teknoloji dünyasıdır.

Tüketici Kapitalizmi (“iyi yaşam”, “mal ve hizmetlerin etkin sağlandığı yaşamdır”) tamamen yeni bir karakter kazanmıştır. Bu karakter tüketimde ve üretimde çeşitlendirme, ayırımlaştırma ve uzmanlaşma konusunda atılan hızlı adımlar ile şekillenmiştir. Sistem, mal ve hizmetler arası benzerlikten ziyade “farklılaştırma” üzerinde durmaktadır. Çalışanlar ve tüketiciler birbirine daha fazla benzemek yerine birbirinden daha farklı olmaya çalışmaktadırlar. Post-endüstriyel (endüstri sonrası) toplumu karakterize eden iki temel kelime söz konusudur: “hız” ve “heterojenite”. David Harvey’in de belirttiği gibi, “esnek bir rejime geçmenin ve köklü değişimin temelinde, modanın, ürünlerin, teknoloji üretiminin, işgücü akımının, ideoloji ve görüşlerin, değerlerin ve uygulama alanı bulmuş faaliyetlerin -tecrübelerin- ortadan kalkması, diğer bir ifadeyle geçici olması yatmaktadır (Harvey, 1989, s.285).

Post-Modernizm; en basit şekilde yukarıda ifade edilen tüm kavramlara karşı ortaya çıkan kültürel bir tepkidir. Ancak bu yüzden ilk yüzyılın ilk yarısında yapılan Kapitalizm’in kurumsalcı, Marksist ve Sosyalist eleştirisi, Kapitalizmin “yönetilen toplum” anlayışını azalttığı görüşüne dayanmaktadır(1984, “Kahraman Yeni Dünya”). Bu görüş; -şu anda bizim tamamen terk ettiğimiz- eski endüstriyel Kapitalizm’in toptan üretimin homojeniteye yol açtığı görüşünü içermektedir. Buna göre, homojenite, çalışanları aynı işi, aynı zamanda, aynı şekilde yapan, yeteneksiz, kendiliğinden hareket eden varlıklara dönüştürmektedir.

Toptan üretim, homojen nitelikli olup, standardizasyon oluşturmakta, benzerliğe ve tek düzeliğe yol açmaktadır. Ayrıca toptan üretim, aşırı-tüketime sebep olmaktadır. Herkesin artan miktarlarda tüketim ihtiyacı vardır. Ancak bu sistemde bu ihtiyaçlar herkes için aynı kabul edilir. Bu sistemin yeni endüstriyel devlet sisteminin uygulamaya yönelik uzantısı Sovyet toplumudur. Buna göre, bireyler aynı şekilde yerler, yaşarlar ve çalışırlar. Evler, arabalar toptan üretilir. Tüm bireyler, farklı kişilerce yapılmış olmasının dışında birbirinden hiç farkı olmayacak şekilde aynı şeyleri yaptıklarını, aynı yerlere gittiklerini hatta aynı şekilde baktıklarını ve aynı şekilde davrandıklarını hissetmeye başlarlar. Bu sistem homojen nitelikli olmasına rağmen bölünmelere ve uzmanlaşmaya yer verilmesine muhtaçtır. Herbert Marcuse’un ifade ettiği gibi; “bu sistem sonucunda bireyler tek-boyutlu birey haline dönüşmekte”dir. Bu yaklaşım; Albert Camus’un “İkinci Dünya Savaşı sonrası Kapitalizmi’nin bireylerin toptan üretime uyumunu hızla arttırdığı” yönündeki gözlemiyle uygunluk içindedir. Böylece; Galbraith’ın “Zengin Toplum” ve “Yeni Endüstriyel Devlet” adlı eserlerinde özetlenen ve hayatımızın sistem tarafından idare edildiğini, yönlendirildiğini planlandığını savunan “yönetilen toplum tezi” kabul edilmektedir. Bu sistem; bireyi etkilemekle birlikte hayatlarımızı birbirine benzer hale getirmektedir.

Bireyselcilik kavramının yönetilenler adı altında ele alınmasını düşünmekteyiz. Bununla birlikte sistemin çoğulcu, bölünebilen, ayrımlaştırıcı ve bireyselci eğiliminin incelenmesiyle ilgili olarak yeterli ölçüde değiştiğine inanmaktayız. Nitekim, Post-Modernizm bu nokta üzerinde durmaktadır. Post-Modernizm; Kapitalizm ile ilgili görüşlerin yeniden değerlendirilmesini ve hayatın her alanında yaşanan heterojeniteye, çoğulculuğa ve çeşitliliğe yönelik eğilimler ile ilgili uygulamalar üzerinde durulmasını önermektedir. Post-Modernizm; 1960’lı yıllardakine çok benzer nitelik taşıyan bir “kimlik krizi” ile ilgilenmektedir. 1960’lı yıllarda yaşanan kimlik krizi, tercih eksikliğine karşı bir tepki niteliği taşımaktaydı. Kültür karşıtı hareketler, sosyal hak arayışına, kadın hakları arayışına yönelik hareketler; ortanca sınıfın kimlik arayışlarını yönlendirmeyi reddetmiştir. Bugün Post-Modernizm çerçevesinde ele alınan kimlik krizi tanımı; çeşitli hayat tarzları arasından hangisinin kimliği belirleyici hayat tarzı olarak seçileceğinin bilinmemesi olarak ifade edilmektedir. “Kar ve kazancın artmasına yönelik arayışlar sonucunda zaman  ve mekanda yaşanan sosyal değişim; kimlik konusunda ciddi problemlere yol açmaktadır: Bir birey olarak ben nereye aitim?” (Harvey, 1991, s.77). Bu durumda problem; tercih eksikliği değil, çok fazla tercihten birini seçememe problemidir.

POST-MODERNİZM NEDİR?

Post-modernizm’in belirli bir tanımı yoktur (Bkz.Harvey 1989, s.7). Post-Modernizm; Aydınlanma Çağı’nı temel alan tepkisel bir anlam olup Kapitalizm, endüstriyel toplum, millet-devlet anlayışı ve bireyselciliğe karşı kültürel değişim ile birlikte ortaya çıkan bir dönemin başlangıcıdır (Bkz.Ross 1988, s.vii). Modernizm, bireylerin dünyayı anlayabilme kabiliyetine sahip olmalarından dolayı, bilim ve sebep ilişkisinin tüm problemleri çözebildiğini savunmaktadır. Bu, kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Çünkü günlük tecrübelerin anlamsızlığı dikkate alındığında insan topluluklarını tanımlayan keşfedilebilir, evrensel değerlerin ve bu toplulukların uyum ve barış içinde yaşamalarını sağlayabilecek bir potansiyelin bulunması söz konusudur.

Modernizasyon; Karl Polanyi’nin dışa açık ekonomi görüşünün dünyanın 19. Yüzyıldan  itibaren artan şekilde karmaşık, anarşik, plansız ve bireylerin kontrolü dışında gelişmeler gösterdiği görüşünün gerçekliliğini kabul etmektedir. Dünya genişlemekte ve bu genişleme; kendi kendine düzene giren piyasa güçlerinin çıkarlarına yönelik olmaktadır. Ancak Modernizm, bu yaklaşıma; dünyada genel olarak kabul gören eğilimlerin varlığı ve insan topluluklarının genişlediği varsayımı ile yaklaşmaktadır. Modernizm, sebep ve bilginin uyumu beraberinde getirdiğini ve kaostan kurtulmayı sağladığını savunmaktadır. Buna göre dünya anlaşılabilir, incelenebilir ve dünyadaki ekonomik ve politik hayat düzenlenip rasyonel hale getirilebilir.

Jurgen Habermas’ın ifadesiyle “bir modernizasyon projesi” geliştirilmelidir. Bilim, bilgi, değerler ve inançlar; ortak insani değerler, kesin doğrular ve evrensel değerler vb. modernizmi karakterize eden unsurlardır (Bkz. Harvey 1989, s.12). Dolayısıyla 20. Yüzyılın başlarından itibaren “Modernizm benzer fakat karmaşık ve gerçekçi bir özellik gösterecek şekilde sahip olduğu epistemoloji (bilgi kuramı) çerçevesinde perspektivizm ve relativizm kuramları dahilinde de alınmalıdır” (Harvey 1989, s.30). Modernizm; insan davranışının mükemmeliyetine ve sosyal gelişmeye inanmaktadır. Bunun yanında teolojik eğilimler de göstermektedir. Örneğin “Aydınlanma Çağı Yaklaşımı” Modernizm’in kendiliğinden kabul edilen bir yaklaşım olduğunu savunmakta ve herhangi bir sorunun tek bir makul cevabı olduğunu ileri sürmektedir. Bu noktadan hareketle dünyanın uygun şekilde çerçevesinin çizilmesi ve doğru olarak tanımlanması halinde kontrol altına alınabileceğini ve rasyonel olarak bir düzene oturtulabileceğini kabul etmektedir” (Harvey 1989, s.27).

Modernizm; ister liberalizm ister Marksizm çerçevesinde ele alınsın kapitalist anarşi ve kaosun altında yatan değerleri tanımlama konusunda bilgi elde etmeyi savunmaktadır. Bu yaklaşım; tarihin açıklanabilir olduğunu ve geçmişimizde evrensel eğilimlerin varolduğunu -Marks’ın Kapitalizm’in genel, homojen işçi sınıfının birliğini sağladığı görüşünde olduğu gibi- ileri sürmektedir. Zaten “işçi sınıfı evrensel bir sınıf olması sebebiyle Marks’ın görüşünün temelini oluşturabiliyor ise piyasa da liberalizm için insan davranışının evrensel normlarını belirlemesi açısından bir örnek teşkil edebilir” (Avineri 1990, s.457. Ayrıca Bkz. Mouffe 1988, s.36).

Aslında Marks da tüm Klasik ve Neo-Klasik ekonomistler gibi bir modernisttir. Çünkü bu ekonomistlerin hepsi Kapitalizm’i kabul etseler de etmeseler de Kapitalizm’in keşfedilebilir ve anlaşılabilir nitelik taşıyan evrensel eğilimlere ve değerlere sahip olduğuna inanmaktadırlar. Bu ekonomistlerin Jean-François’in deyimiyle; “temel efsanevi bilgi” olarak bilinen ve Hegelian yaklaşım çerçevesinde kabul gören “toplu bilgi” kavramını kabul ettikleri bir gerçektir (Lyotard 1984). Bireysel serbestliğe yönelik “bu efsanevi bilgi”; herşeyin görünüşte anlaşılmaz ve anlamsız olduğuna ilişkin bilimsel çalışmalar yoluyla modern yaşama anlam kazandırmaktadır. Bunlar, toplumun genel açıklayıcı teorileridir. Böylece tartışma ile ilgili doğru yaklaşım bulunacak ve bu yaklaşım piyasa-tabanlı toplumun yol açtığı çıkmazları azaltacaktır.

Ernosto Laclau konuyu şu ifadelerle ele almaktadır:

“Eğer bir unsur modernizasyon kavramını karakterize ediyor ise, bu unsurun sosyal yapıyı etkileyen kaynakları bilimsel olarak oluşturma, tarihi, genel olarak rasyonel açıdan ele alma ve genel bir bireysel serbestliğe temel oluşturma gibi iddialara sahip olması gerekmektedir. Dolayısıyla bu konuda araştırma yapan ekonomistler, “açık toplum ütopyası”na şu veya bu şekilde temel oluşturan unsurları tamamen kapsayan ve değerlerin incelenmesi konusunda ayrıntılı çalışmalar yapan bir yaklaşım izlemektedirler” (Laclau 1988, s.71-72).

Post-Modernizm; tüm bu görüşlere karşı kültürel bir tepki olarak ifade edilebilir. Stanley Aronowitz’in ifade ettiği gibi “şu andan itibaren hemen herkes, Nietzsche’nin bir yüzyıl önce değindiği duyarlılıkta ortaya çıkan değişimi kabul etmektedir”. Post-modernizm bu değişime verilen ad olup, düşünce kaynaklarının açıklanmasına, sanatın kurallarının belirlenmesine ve liberalizm ve Marksizm gibi temel ideolojik görüşlere bağlı olarak şekillenmektedir(Aronowitz, 1988, s.46). Lyotard post-modern kavramını “değişmiş efsanevi bilgi”ye karşı şüpheci yaklaşım olarak ele almakta ve “bu şüpheciliği” Marks’ın yaptığı gibi, artan istikrarsızlıklar -örneğin sınıf çatışmaları-  karşısında bir kurtuluş beklentisine sahip olunamamasına bağlamaktadır (Lyotard 1984, s.24).

Ayrıca Fredric Jameson’un ifade ettiği gibi “Post-Modernizm hayatımızda devamsızlığa yol açmakta ve sosyal hayattaki akli-ruhi unsurlar kapitalizm yoluyla serbestleştirme eğilimine girmektedir” (Jameson 1988, s.145; Ayrıca Bkz.Feher ve Heller,1988,s.31). David Harvey’in ifadesiyle ise “Post-Modernizm; Baudelaire”nin modernizasyon kavramının yarısını oluşturan geçicilik, bölünme, devamsızlık ve karmaşa kavramlarının bir bütün olarak kabul edilmesi ile ortaya çıkan bir akımdır. Ancak post-modernizm çok farklı bir şekilde ortaya çıkması açısından önem taşımaktadır. Bu akım Baudelaire’nin ortaya attığı modernizasyon kavramına  üstün gelmeye karşı koymaya çalışmamakta, hatta bu kavramın içinde yer alan değişmez nitelikteki unsurları tanımlamaya yeltenmemektedir. Post-modernizm, değişimin bölünebilen ve karmaşık dalgalanmaları içinde gidip gelmektedir (Harvey, 1989, s.44).

Felsefi açıdan Post-Modernizm “sebeplerin açıklanmasına yönelik etkin yöntemleri ve teknolojiyi, bilimi ve sebebi oluşturan güçler de evrensel bireysel serbestliğe yol açan herhangi bir yaklaşıma karşı derin bir nefreti ifade etmektedir (Harvey, 1989, s.41).” Bir başka açıdan ise, post-modernizm “Sosyalizm idealinde olduğu gibi araştırma alanına giren konuların; modernizasyona bağlı olan gelişme çerçevesinde incelenmesini savunmaktadır”(Mouffe 1988, s.31).

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi post-modernizm, Nihilizm’e(yokluk) yönelik eğilimler doğurmaktadır. Dolayısıyla “post-modernizm kültürel bir harekettir” ifadesinin verdiği mesaj gayet açıktır: “Herşey değişim halindedir”. Günümüzde “herşey değişim halinde” ise, Clarence Ayres’in şiddetle karşı çıktığı “artan uyum davranışının ahlaki relativizm ile uyum içinde olduğu yaklaşımı” kabul edilebilir hale gelmektedir. Yine Harvey’in ifadesiyle; “Bilimsel ve ahlaki değerler-yargılar- arasındaki uyumu ortadan kalkmış; estetik değerler üzerinde sosyal ve bilimsel açıdan merkezi bir önem arzetmeye başlamış; hayaller “efsanevi bilgi”lere hakim olmuş, geçicilik ve bölünme, iç değerler -gerçekler- ve benzer nitelikli uygulamalar üzerinde üstünlük sağlamış ve kendine özgü kültürel ve politik uygulamalara temel oluşturan politik ve ekonomik değerler değişime uğramıştır” (Harvey, 1989, s.328).

Post-modernizm; son iki yüzyılda ortaya çıkan teknoloji devrimine karşı bir tepki olup dışa kapalı toplum anlayışını terketme yoluyla epistemolojik kaynakların, hayat sürecinin devamlılığının ve anlamın kaybolan değerinin önemini ifade etmektedir. Bu yaklaşım yeni bir yüzyıla girerken geçici devamlılığı, serbestleşmeyi, objektif kaynaklar kullanılmadan yapılan sosyal eleştirmeyi, devamsızlığı ve bölünmeyi hayatın gerçekleri olarak kabul etmektedir.

POST-MODERNİZMİN TEMELİ NEDİR?

Post-modernizm; modernizasyonda farklılaştırma (heterojenite) kavramını yeniden ele alan bir yaklaşım olup marksizmin ve klasik liberalizmin bilgi yoluyla benzer nitelik taşıma (homojenite) kavramını kabul etmeye zorlanamaz (Feher-Heller 1988, s.12). Yaklaşımın bu yönü; içinde bulunduğumuz yüzyılın başında Veblen tarafından incelenmesine rağmen günümüze dek ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Niçin böyle olmaktadır? Fredric Jameson; post-modern değişimi, zaman ve mekan ile ilgili tecrübelerde yaşanan ve engelleyemediğimiz bir değişime uğramasına rağmen, zamana hükmetme imkanına sahip olan güçlerin yol açtığı krize bağlamaktadır(Harvey 1989, s.201). Ayrıca Harvey, “son yirmi yıldır kültürel ve sosyal hayat üzerinde olduğu kadar politik ve ekonomik uygulamalar ve sınıflar arası güç dengeleri üzerinde de aklı karıştırıcı ve yıkıcı etkiler oluşturan zaman-mekan sınırlamasında yaşanan yoğunluğu ayrıntısıyla incelemektedir” (Harvey 1989, s.284). Tüm bu gelişmeler, II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan refah azalışları ve bunu takip eden geniş çaplı yeniden yapılanma çalışmaları yoluyla kısmen yüksek teknoloji devrimi üzerinde doğrudan iz bırakan etkiler oluşturmuştur.

Üretimde teslim süresinin kısaltılması sorusu; altında yatan eksikliğin sağlanabilmesi sorusu ile birlikte gündeme geldiğinden kapitalist kar maksimizasyonu açısından her zaman çok büyük önem taşıyan bir nokta olmuştur. Ancak üretimin hızlanması, buna paralel olarak değişimin (piyasa ve bankacılık sistemlerinde) ve tüketimin de hızlanmasını gerektirmiştir. Post-modernizm’in bazı temel ticari uygulamaları moda ve alışkanlıkların değişim süresini kısaltmış ve artan kaynakların hayali ürünlerin üretiminde kullanılması sonucunu doğurmuştur (Harvey, 1991, s.76).

Üretimin bilgisayar sistemi ile yönlendirilmesinde, elektronik kaynakların transferinde, makineleşmede ve robotlaşmada ve telekomünikasyonda yaşanan teknolojik ilerlemeler; sermayenin akışkanlığını, endüstrileşmeyi, geniş çaplı üretimi, kaynak fazlalığını, dikey bölünmeleri, ticari-ekonomik sözleşmeleri ve yeni (-paranın yıkıcı gücüne dayalı- “Kumar Kapitalizmi”nin tüm toplu yeniden yapılanma faaliyetlerini teşvik etmiş ve geliştirmiştir (Bkz.Bluestone-Harrison 1988).

Sonuç olarak; tüm yeni “sonrası-post” ön ekleri içinde Post-Fordizm, teknoloji ile ençok doğrudan ilgili akımdır. Post-Fordizm Teorisyenleri, dünyadaki geçici gelişmeleri, geniş çaplı bir toptan üretim kavramından uzak bir yaklaşım olan ve çoğunlukla “esnek uzmanlık(spesializasyon)” olarak adlandırılan şartlar altında oluşan üretim kavramına göre yorumlamaktadırlar. Üretimde de alınan Fordist modelin temeli, Henry Ford’un toplantılarından birinde vurguladığı gibi sadece ilgili amaç için oluşturulmuş geniş kullanım alanına sahip bir sistemin kullanılmasıyla büyük miktarda malın elde edilmesini sağlayan bir toptan çalışma gücünün varlığı üzerinde oturmuştur. Buna karşılık; Post-Fordist Model; çeşitli ve önceden belirlenemez tüketici ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için bilgisayar ağı ile donatılmış ve yeniden programlanabilen bir sistemin kullanılmasıyla daha az miktarda malın elde edilmesini sağlayıcı, güven vermekten uzak, sürekli öğrenmeyi gerektiren bir çalışma gücünün varlığı üzerinde durmaktadır (Rosenthal, 1991, s.80-81).

Günümüzde her şey değişmez nitelikli, kullanılabilir, esnek ancak inanılmaz derecede hızlı ortaya çıkmaktadır. Teknolojik zaman-mekan sınırlaması yoluyla “hem özel hem de kamusal karar alma sürecinde yaşanan zaman boyutları kısalmış buna karşılık, uydu iletişim imkanları ve azalan taşımacılık maliyetleri; bu karar alma sürecinde alınan kararların çeşitli mekanlara çok daha geniş çaplı olarak yapılmasını mümkün kılmıştır”(Harvey 1989, s.147).

Bu teknolojik değişmelerin kaynağı; kısmen 1960’lı yılların sonlarında Amerikan şirketlerinin elde ettiği aşırı kârlar yaşanan ve yoğun ve geniş çaplı rekabet ortamıdır. Şirketler; teknolojik değişmeler (bilgisayar ağına geçiş, telekomünikasyon), üretim tekniklerinde yaşanan yeniden yapılanma “tam zamanında üretim” sistemine geçilmesi gibi), mali alanda yeniden yapılanma, üründe yenilik ve kültürel ve hayali üretimde yaşanan yoğun genişleme gibi ilerlemeler de dahil olmak üzere oldukça geniş bir düzenleme süreci izlemişlerdir. Bu şirketler; üretim sistemlerinde uygun piyasa şartlarını, kapitalist gayretin yeni amaçları olarak görmektedirler(Harvey 1991, s.67).

İçinde yaşadığımız sistem hala kapitalist sistem olup tüketici yaklaşımının kültürel hakimiyeti hala varlığını sürdürmektedir. Ancak; bu sistemin değiştirilebilir olduğu tecrübeleri sabittir. Nitekim; artık Post-Modern bir dünyada yaşanmaktadır.

POST-MODERNİZMİN ETKİLERİ

Post-Modernizm’in sonuçlarıyla ilgili en belirgin genellemelerden biri; bu akımın sadece günlük hayatımızı değil; bilgi, bilim ve sonuç arasındaki ilişkinin gücü üzerindeki davranışlarımızı ve geleceğe yönelik güvenimizi de etkilemesidir. Günümüzün insanı git gide şüpheci, güvensiz ve kararsız bir kişiliğe sahip olmaktadır. Harvey’in de ifade ettiği gibi “bu geçici ve bölünebilen değerlere sahip dünyanın ortasında süreklilik ve değişmezlik gibi kavramlar hakkında bir şey söylemek mümkün değildir”(Harvey 1989, s.291). Yaptığımız ve tecrübe kazandığımız herşey; “geleneksel olarak ve tarihi açıdan ihtiyaç duyduğumuz değerlerin hızlı bir şekilde kaleme alınmasında ve zamanın bu noktada iyi değerlendirilmesinde yaşanan mücadele” sonucu ortaya çıkmıştır (Harvey, 1989, s.291).

Her ne kadar insanlar yavaş yavaş, dünyada tecrübe kazanmanın birbirine benzer pek çok yolu olduğunu fark ediyorlarsa da kazanılan tecrübelerin zamanla daha az ortak özellikler taşıdığı ve daha fazla ve daha çeşitli tecrübelerin yaşandığı ortadadır. Günlük hayatta karşılaştığımız insanlarla paylaştığımız gelenekler, değerler ve alışkanlıklar gitgide azalırken, insanların sayısı hızla artmaktadır. Hayat hakkındaki tecrübelerimiz değişip, çeşitlenip farklılaşırken bu gelişmeler, kendimizi boşlukta hissetmemize sebep olmaktadır. Böylece şüpheci yaklaşımın alanı genişlemektedir. Laclau’nun ifadesiyle;

“Kaynaklar ile ilgili efsanelerin anlamını yitirmesi, tarihi ve toplumu, Kartezyen (Des Cartes”in kuramına ait) yaklaşım çerçevesinde politik sebepler konusunda varılacak son noktanın ve kazandırılacak son anlamın belirlenmesinden mahrum bırakmaktadır. Klasik ontolojik ifadeler ile bunun anlamı; sosyalleşmenin bir temele dayanmadığıdır. Diğer deyişle tüm kimliklerin rasyonel bir karakter taşıdığını kabul edersek, bir sistemin ortadan kalkması için gerekli ideal koşullara hiçbir zaman ulaşılamaz ve böylece tüm kimlikler az ya da çok sürüklenen izler haline dönüşmektedir. Konuyla ilgili politik tartışmanın önemi artmaktadır. Çünkü politik yaklaşımın toplumsal unsurlar arasındaki uyumu kolaylaştırdığı inancına bağlı olarak bu yaklaşımın bir noktaya kadar “sosyal realiteyi” meydana getirdiği bir gerçektir. Dolayısıyla bu durumda toplum insanların kendi gerçeklerini oluşturdukları geniş ve tartışmalı bir sosyal yapı olarak ifade edilebilir” (Laclau 1988, s.78-79).

Laclau’nun üzerinde durduğu tartışmalı çalışma dilin ve iletişimin temel rolüne dikkati çekmektedir. Jean-François Lyotard’ın ifadesiyle “iletişimin günden güne daha fazla önem kazandığı bir toplumda; dilin hem gerçek hem de fiili anlamda yeni bir önem taşımaya başladığı açıktır” (Lyotard 1984, s.16). Hayattaki bölünmeler, evrensel eğilimlerin öneminin azalması ve kapitalizmi nasıl gördüğümüz konusunda ortaya çıkan çeşitli ve birbirinden farklı görüşlerin artması; Lyotard, Fredric Jameson ve David Harvey gibi pek çok post-modernistin bilginin sınırsızlığı ve bu bilgilerin hangi noktaya kadar dile dayalı olduğu üzerinde yoğunlaşmasına yol açmıştır. Bu konuda Ludwig J. Wittgenstein’in “dil oyunları analizi” yardımcı olma özelliği sebebiyle ele alınabilir. Örneğin; Lyotard’a göre; “sosyal varlık, bu yaygın dil oyunları içinde erime-kendi  benliğini yitirme- eğilimindedir. Sosyal bağ kavramı linguistik  olup çok kesin ve tek bir çizgi ile ifade edilemez” (Lyotard 1984, s.40). Bu şartlar altında Marksizm’in ve Liberalizm’in “temel efsanevi bilgi-değişmiş bilgi-” kavramları geçerliliğini yitirmiştir.

POST-MODERNİST OLARAK KURUMSALCILAR

Kurumsal iktisatın post-modern olduğunu gösteren çeşitli yöntemler bulunmaktadır. Öncelikle, post-modernizm bizim de ifade ettiğimiz gibi, kapitalizmde son dönemde yaşanan teknolojik değişmelerin sonuçları üzerinde durmaktadır. Kurumsalcılar sürekli olarak -Veblen’in görüşünü kullanarak- teknolojinin kesin ve belirleyici etkilerini savunmaktadırlar. Böylece 1970’lerde yaşanan yüksek teknoloji devrimi ve bunun post-modern etkisi hakkında; daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulan teknolojik değişmeler için basit birer örnek teşkil etmektedir. Yüksek teknoloji devriminin post-modern analizi ve bu analizin “farklılaşmacı (heterojenite) ve zaman-mekan sınırlamalarının bugünkü oyunun adı olduğu” şeklindeki sonucu; kurumsal yaklaşım ile tamamen uyum içinde görünmektedir.

Kurumsal yaklaşımın Post-modernizm ile benzer özellikler taşıdığı bir diğer noktada Veblen’in sosyal analiz yaklaşımı ve kapitalizmle getirdiği eleştiridir. Post-modernizm; teolojik düşünceyi ve sosyal eleştiri uğruna objektif kaynaklar üzerinde araştırma yapılmasını reddettiğinden bu yaklaşım; Veblen’in yaklaşımı’na yakındır. Nitekim Veblen de Marksizm’e Post-Modernistlerin ileri sürdüğü sebeplere bağlı olarak karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla Post-modernizm’in  felsefi açıdan taşıdığı şu anlamı hiç şüphesiz kabul etmeliyiz:

“Demokratik toplumun dolayısıyla modernizasyon oluşumuna temel teşkil eden kaynakların ve kanunların imkansızlığının farkında olunmalıdır” (Mouffe 1988, s.34). Veblen hem Klasik Liberalizm’in hem de Marksizm’in aksini gösterme yoluyla isbat (reductionism) ve mahiyetine önem verme (essentialism) yönlerini reddetmektedir. Buna karşılık Post-Modernizm’de olduğu gibi maliyete önem vermeme (non-essentialist) yaklaşımını benimsemektedir.  “Veblen’e göre; bir grup kurumsal değişiklik üzerinde görülen tüm sosyal değerlerin sonuçları ya asılsızdır ya da bilerek aldatıcı nitelik taşımaktadır” (Feher-Heller, 1988, s.116).

Feher ve Heller tarafından kısmen değinildiği gibi Post Modernizm; -felsefi açıdan- en basit şekliyle “insan” olarak ifade edilen grubun temelde hiç bir ortak özelliğe sahip olmadığını ve bu nedenle post-modern kavramının müzik kültüründe yeniden ele alınan ancak politik faaliyete pragmatik bir rol yükleyemeyen yarı-dini nitelikli olağanüstü bir kuvvet olmaktan öteye gidemediğini ifade etmektedir (Feher-Heller, 1988, s.5).

Bu görüş de Veblen’in benimsediği bir güçlü şüphecilik, teolojik düşünceyi reddetme ve kesin bir yokluk (nihiliztik) davranış tarzı üzerinde durmaktadır. Veblen; herhangi bir geleceğe yönelik tahmini yaklaşım içinde tarihi değişmeleri incelemek için kullanılabilen evrensel eğilimlerin veya “geniş efsanevi bilgilerin” varlığını reddetmesine rağmen böyle bir dünya görüşüne dayanan bir yaklaşımı da tamamen reddetmiştir. Sol görüşü savunan post-modernistler de bunu yapmamışlardır. Mouffe’nin ifadesiyle “herhangi bir değer sistemi için rasyonel kaynakların sağlanamaması; bu konudaki tüm görüşlerin birbiriyle aynı özelliği taşıdığı anlamına gelmez” (Mouffe, 1988, s.37).

Bu görüş sadece Veblen’e ait değildir. Nitekim; aynı görüş, John Dewey, Ayres ve Marc R. Tool tarafından savunulan Fayda Değer Teorisi tarafından da kabul görmektedir. Veblen başta olmak üzere tüm Kurumsalcılar; post-modern sol görüşün “bölünmeleri azaltıcı ve katı bir relativizmin yol açtığı ahlakı hor görme (kınikizm) çözüm önerici bir yaklaşım çerçevesinde dünyamızı hala bir arada tutan değerlerin arayışına girilmesi” (Feher-Heller, 1988, s.12) şeklindeki görüşünü desteklemektedirler.

Dewey ve Ayres de aynı arayışı sürdürmüşlerdir. Hemen hemen pek çok post-modernist bu arayışa son vermiştir. Ancak Harvey’e göre; “Politik ve bilimsel hayatla uyum içinde ancak sınırlı faaliyet imkanını oluşturan bir orta nokta bulunmalıdır. Bu yaklaşım; Post-Modernizm’in gelişmesine katkıda bulunan bir yaklaşım olup toplumsallık ve yerellik, yer ve bölge mücadeleleri, sosyal hareketler vb. gelişmeleri desteklemektedir” (Harvey, 1989, s.351).

Sonuç olarak; Kurumsalcı yaklaşımın kendisi bir “orta-uygun-nokta” yaklaşımı olup Veblen tarafından bölünebilen parametrelere sahip olduğu ileri sürülmüş ve Fayda-Değer Teorisi çerçevesinde ele alınan bir akımdır. “Orta-uygun-nokta” yaklaşımına ulaşmak isteği; pek çok post-modernisti; Dewey, Charles Pierce ve William James gibi araştırmacıların pragmatizmine yönlendirmiştir(West, 1988, s.269-86 ve Harvey, 1989, s.52).

Cornel West ve David Harvey; Dewey’in Faydacı Yaklaşımı’nın, post-modernistlerin “orta-uygun-noktayı” bulma çabalarına temel oluşturduğu konusunda hem fikirdirler. Bu sonucun doğruluğunun kabulü halinde Ayres’in post-modernizm anlayışının sahip olduğu değerin bu sonuçla bağlantısı olduğu da kabul edilmelidir.

Ayres’in post-modernizm anlayışı oldukça karmaşıktır ve Ayres’in Fayda Değer Teorisi çerçevesinde yaptığı karmaşık post modern analiz konumuzun dışındadır. Bununla birlikte bizim inancımıza göre Ayres; değerler görüşünü hayat sürecinin teknolojik boyutlarına dayandırma yoluyla yaptığı atılımlar ile post-modernizm alanında en başarılı çabalardan birini göstermiştir. Genel olarak; Ayres, hem “Ekonomik Gelişme Teorisi” hem de “Makul Bir Toplum Anlayışına Doğru” adlı eserlerlerinde de görüldüğü gibi ekonomik gelişme ve toplum ilişkisi ile ilgilenen kaynaksız sosyal bilim anlayışını kabul eden post-modernisttir. Ayres; “dünyamızı hala bir arada tutan değerleri” ve “akla yakın noktayı” aramaktadır.

Ayres’in vazgeçemediği evrensel kavram; teknolojik gelişme ile bağlantılı olup faydası bir davranışı yansıtmaktadır. Ayres’in ifadesiyle ‘tüm insan davranışları; teknolojik, faydacı veya sebep etki ilişkisi çerçevesinde belirli bir süreklilik taşıyan bir karaktere sahiptir” (Ayres; 1944, s.239). Bu nedenle “Teknolojik gelişmeye bağlı olarak oluşturulan değerler, evrensel değerlerdir” (Ayres; 1944, s.32). Bu yaklaşım; Ayres’in Modernist bir tavır içinde olduğu izlenimini veriyor ise de bize göre; bu tavır, edindiğimiz tecrübelerden sağlanan değerlerin belirlenmesi açısından önemli bir adım teşkil etmektedir. Bizim insanlar olarak kendi kaynaklarımız bulunmalıdır. Ayres şu soruyu sormaktadır:

“Değerlerin; anlamını ve kabulünü, sadece geleneksel tanrılarla ilgili efsanelerden ve dar görüşlü inançlardan değil de - en azından belli ölçüde- insan hayatının kendisinden, bilgi ve daha fazla bilgi arayışından ve insan kullanımına sunulan yararlanılabilir kaynakların kullanımındaki mücadeleden de kazanması mümkün değil midir?” (Ayres, 1961, s.6).

Ayres elbette ki; ahlaki agnostisizm’e (bilinmezcilik) karşıdır. Ayres’in yeni evrensel ve katı kurallı bir toplum arayışı onu şu yorumu yapmaya itmiştir:

“Gerçek değer, tüm insanlar için aynı anlamı taşıyan standart değerlerin bulunup bulunmadığıdır. Bizim şu anda bilim dediğimiz kavramın ve insan hayatı sürecinde kullanılan teknolojinin sürekliliğinin bulunmadığı hakkındaki yargımız, müsbet bir cevapla karşı karşıyadır” (Ayres, 1961, s.9, önemle üzerinde durulmuştur).

Post-modernistlerin pek çoğu; bu noktada Ayres ile hemfikir olup hepsi ortak teknolojik gelişmelerden doğan ve “tüm insanlar için aynı anlam taşıyan” en az beş evrensel değer elde etmesinden dolayı Ayres’in kısmen modernist mantığı kabul ettiğine inanmaktadırlar.

Ayres’in teknolojik gelişmedeki artış ile ilgili yaklaşımı; “Makul-Uygun-Bir Toplum Anlayışına Doğru” eserinde, “Ekonomik Gelişme Teorisi” eserine göre çok daha açık olarak belirtilmiştir. Bize öyle geliyor ki; Ayres’in post-modernist ahlaki relativizm konusunda ilerleme sağlamak ve “orta-uygun-noktayı” bulmak için harcadığı inanılmaz çaba; teknolojiyi tarihin açıklanmasında belirleyici değişken olarak ele almasına ve teknoloji için evrensel eğilimlerin varlığını kabul etmesine yol açmıştır. Ayres; Protestan Devrimi’nin ve kapitalizmin artık daha fazla fark etmeye başladığımız “sürekli ve tek bir sürecin bir parçası olduklarını” savunmaktadır (Ayres 1961, s.281; önemle üzerinde durulmuştur). Ayrıca modernist yaklaşım çerçevesinde belirlediği ve “ortak anlamını; anlam, tüm insanlar için aynıdır görüşünün sonucu olarak insanın yaşam sürecinden alan beş evrensel değer üzerinde durmaktadır” (Ayres, 1961, s.265; üzerinde önemle durulmuştur).

Ayres’in teknolojiye yönelik kesin teolojik yaklaşımı şu ifadelerinden gayet açık olarak anlaşılmaktadır:

“Bütün insanlar için ortak olan gerçek değerler; daha önceki toplumlara nazaran endüstri toplumu tarafından çok daha geniş olarak anlaşılmıştır. Çünkü endüstri toplumu, insanın hayat sürecini belirleyen en yüksek gelişmeleri kapsamaktadır” (Ayres, 1961, s.265).

Veblen ise bu konuda daha geniş araştırma yapan bir başka post-modernisttir. Ayres’in bu konuda gösterdiği çabalar; gelişme kaydetmeye niyetli çabalar olup Ayres’in; pek çoğumuzun  sahip olduğu değerlerin kaynağını hayat tecrübesinin ve sezgisel bir faydacı yaklaşımın oluşturduğu görüşü post-modernizm ile uygunluk içindedir. Ancak sonuç olarak; teknolojik gelişmenin yavaş yavaş fakat sürekli olarak bir değerleme süreci içinde bizi birbirimize bağladığı görüşü; anlamların paylaşıldığı görüşünü temel almakta ve Modernist Aydınlanma Çağı düşüncesinin kabulünü ifade etmektedir. Veblen ise, bu görüşü benimsememekte; değişim göstermiş ve hayat sürecinin geleceğine ait değerlere doğrudan bağlı, tarihi nitelikli fakat temelsiz bazı değerlerin varlığına dayanarak - ki bu yaklaşım, Fayda Değer Teorisi ile ifade edilmektedir- kapitalizmi en basit şekliyle eleştirmektedir.

Post- Modernist Yaklaşımın benimsediği pragmatizm, geçici fayda yaklaşımı ile Tool’un Sosyal Değer Standardı (bilginin fayda yaklaşımı çerçevesinde görüşü) ile tam bir uyum içindedir. Fayda Yaklaşımı’nın, değerlerin kaynağını ortak teknolojik gelişmelerin oluşturduğu görüşünü kabul ettiği bir gerçektir. Ancak Ayres, teknolojinin evrensel eğilimlerinin bulunmasından ve sahip olduğu ortak anlamların birbirinden kısmen farklı olmasından dolayı sonuç olarak artma ve gelişme durumunda olduğunu savunmaktadır. Genel olarak diyebiliriz ki; post-modernizm konusundaki çalışmalarımız, Ayres’in yaklaşımı konusunda oldukça değerli bir bakış açısı edinmemizi ve kurumsalcı yaklaşım ile post-modernizmin aynı alanda faaliyet gösteren yaklaşımlar olduğuna ikna olmamızı sağlamıştır.

KAPİTALİZMİN YENİ BİR ELEŞTİRİSİ

Post-modernizm; tüketici kapitalizmini değiştiren teknolojik değişmeler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu değişmeler; tüketici yaklaşımı, kar amaçlı büyüme ve ücret işgücü parametreleri çerçevesinde hala yaşanmaktadır. Bu değişmeler, ürünlerin ve tatmin edilmek üzere belirlenen tüketici ihtiyaçlarının çeşitlendirilmesi için iş dünyasına kaynak ve maliyet etkinlik kriterleri bulma imkanı sağlamıştır. İhtiyacın belirlenmesi sürecinde oluşturulan kavramlar; değiştirme, çeşitlendirme, ayrımlaştırma, arttırma, bireyselleştirme ve uzmanlaşma gibi kavramlardır. Bu sistem aslında pahalı bir bireysel imkan kullanımı yöntemi önermekte ve teşvik etmektedir.

“Tüm bireylerin aynı tercihlerde bulunduğu, aynı ihtiyaçları duyduğu ve aynı faaliyetlerde bulunduğu bu “toplu-üretim toplumu”nun varlığı; Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da çok kısa süreli olmuştur. Dolayısıyla tüketimin standard ve birbirine benzer haline getirilmesi değil, ihtiyaçların, isteklerin, faaliyetlerin ve eğlence anlayışının geniş ölçüde çeşitlendirilmesi gündeme gelmiştir” (Feher-Heller, 1988, s.142).

Ayrıca “medya tek büyük düzenleyici kurum olma yerine geniş ölçüde bireyselleşen isteklerin ve ihtiyaçların giderildiği çeşitlendirilmiş kurumlar bütünü haline gelmiştir” (Feher-Heller, 1988, s.142).

Post-modernizm’in önerdiği, kapitalizmin çeşitlendirmeyi arttırıcı yönü budur. Bu durum; belli alanlarda sistemin adaletsiz olduğu veya demokratik karar mekanizmalarının hayatın yeni alanlarında gelişme gösterdiği anlamına gelmez. Bireyselciliğin çeşitlenmesi ve üretken hale gelmesi, Polanyi’nin piyasa toplumunun dışına çıkıldığı bir durumu incelediği çalışmasında ele alınmıştır. Diğer bir deyişle, bireyselciliğin ihtiyaçları ve normları şirketler tarafından belirlenmemekte ve yönlendirilmemektedir. Bu sürecin bireylerin kontrolü dışında işleyen bir yönü bulunmaktadır. İş dünyasının kendi çıkarları doğrultusunda ihtiyaçlarımızı şekillendirme ve yönlendirme atılımları olmasına rağmen bu ihtiyaçları belirleme ve kontrolü tamamen ele geçirme imkanı yoktur. Bu sistemde hiç kimse tek düzenleyici unsur olmayıp ihtiyaçların çeşitlenip artması büyük ölçüde teknolojik değişmelerden kaynaklanmaktadır. Bu alanda uzun süredir yoğun çalışmalar yapmış bir post-modernist olan Jean-François Lyotard’in ifadesiyle;

“Bu açıdan bu sistem insanlığı peşinden sürükleyen ve normatif yaklaşımın farklı seviyelerinde insanlığın insani yönünü yeniden belirleme uğruna insanlığı insani yönünden uzaklaştıran öncü bir makine işlevi görmektedir. Uzmanlar; toplumun kendi ihtiyaçlarını tayin etmesi konusunda topluma güvenmediklerini ve toplumu oluşturan bireylerin yeni teknolojilerden habersiz olmalarından ve bireylerin yeni teknolojinin birer parçası olmamalarından dolayı toplumun kendi ihtiyaçlarını belirleyemeyeceğinden emin olduklarını belirtmektedirler” (Lyotard, 1984, s.63, önemle üzerinde durulmuştur).

Bu yaklaşım bize; ihtiyaçlar ve teknoloji arasındaki ilişki konusunu inceleme alanı yapan kurumsal yaklaşımın post-modern bir çerçevesini çizmektedir.

Endüstrileşme sonrası kapitalizmin eleştirisinin yeniden ele alınması aşamasında üzerinde durulması gereken temel nokta; bu kapitalizm anlayışının -Marksizm ve diğer sol görüşlü yaklaşımların ciddi olarak ele almada başarısız oldukları- bireysel özgürlüklere yer vermesi görüşüdür. Bununla birlikte bu nokta; kapitalizmin adaletsizlik, idarede bölünme ve istismara da yol açması gerçeği ile çatışmamaktadır. Ancak araştırmacıları, bu adaletsizlikler konusunda daha fazla inceleme yapmaya teşvik etmek için çoğulculuk(pluralism) ve dışa açık ekonominin bir sonucu olan özgürlük anlayışından doğan bireyselcilik kavramlarının net bir biçimde anlaşılması gerekmektedir.

İnsanlara özgür olmadıklarını söyleyerek bir yerlere varamayacağız. İnsanlar artık daha fazla birbirine benzemek yerine birbirinden daha farklı bireyler haline gelmektedirler. Tüketim anlayışının kültürel yapısı içinde bireysel tercihler artarak farklılaşmaktadır. Hayat tarzlarının artan ölçüde farklılaşması süreklilik kazanmakta ve bozulma ve adaletsizlik gibi kapitalizmin ortak temel sorunları ortadan kaldırılmaktadır. Demokrasi, eşit haklar, özgürlük ve eşitlik gibi kavramların paylaşılabilir anlamı, bu şartlar altında farklılaşmakta hatta bu kavramlar, artan bir sosyal değişmenin sağlanması için insanların bir araya getirilmesinde kullanılabilen tek değerler ve idealler haline gelmektedirler.

Sistem, özgürlükleri kısıtlayıcı bir sistem olmamasına rağmen pek çok insan bu sistemi adaletsiz olarak tanımlamaktadır. Adaletsizlik, günümüzde en geniş teşvik edici güce sahiptir. Bu konudaki problem; adaletsizlik sonucunun artan ölçüde ve farklı şekillerde ortaya çıkmasıdır. Bayan çalışanların adaletsiz olarak algıladığı bir kavram, erkek çalışanların adaletsizlik anlayışından farklıdır. Bunun gibi; fakirlerin, işsizlerin, azınlıkların ve çevrecilerin adaletsizlik anlayışı birbirinden farklıdır.

İnsanların çoğu bir şekilde kendilerini kurban olarak hissedebilirler. Ancak bu konuda tecrübe kazanmanın yolları gün geçtikçe farklılaşmaktadır. Ayres’in ümit ettiği gibi teknolojik değişme, insanları bir araya getirmemiş, aksine dışa açık ekonominin temelini oluşturan bireyselciliğin getirdiği özgürlük sebebiyle insanları birbirinden daha çok uzaklaştırmıştır. Adaletsiz bir sistemin kurbanı olmak, Marks’ın tahmin ettiği kadar basit değil çok daha karmaşık bir hale gelmiştir.

Sosyal değişmenin sağlanması ise daha zordur. Bu şartlar altında insanları bir araya getirmenin -birliği sağlamanın- tek geçerli yolunun daha fazla özgürlük değil, eşit özgürlük verme ve tüm sosyal tabular arasında demokrasiyi yaygınlaştırma olduğu açıktır.

Son olarak, Kurumsalcı Yaklaşım’ın post-modern çerçevesi, bizi Tool’un Sosyal Değer Teorisi’ni temel alarak kapitalizmin eleştirisini yapmaya ve eşit özgürlüğe sahip halk tabakalarını oluşturma yoluyla sosyal hareketler arasında hızla artan farklılaşmayı gidermek için birliktelikler meydana getirmenin, sosyal değişmenin sağlanması için tek şansımız olduğu gerçeğini görmeye zorlamaktadır. Ancak itiraf etmeliyiz ki, sürekli teknolojik gelişme içinde sisteme önceden ait olan hiç bir eğilim barınamamaktadır ve bu nokta; insanların çoğunun çeşitli özgürlüğün geçerli bir kavram olduğu gerçeğini bir şekilde anlamalarını sağlamaktadır. Sadece katı kuralların uygulandığı bir harekete geçme (faaliyeti sağlama) çalışması bu amaca ulaşmayı başarmaya yarayabilir. Son bir nokta: Kurumsal Yaklaşım’a post-modern bir karakter yükledikten sonra artık “Post-Kurumsalcılık” şeklinde yeni bir yaklaşımın ortaya çıkmayacağını ümit ediyoruz.

Kaynaklar

Aronowitz, Stanley, 1988. “Postmodernism and Politics” In Universal Abandon Ed. Andrew Ross, pp.46-62. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Avineri, Shlomo. 1990. “Toward a Socialist Theory of Nationalism.” Dissent 37 (Fall): 447-457.

Ayres, Clarence.1944. The Theory of Economic Progress. Kalamazoo, Mich.: New Issues Press.

-------------. 1961. Toward a Reasonable Society. Austin, Texas: Universtiy of Texas Press.

Bluestone, Barry, and Bennett Harrison. 1988. The Great U-Turn, New York: Basic Books.

Feher, Ferene, and Agnes Heller. 1988. The Postmodern Political Condition. New York: Columbia University Press.

Harvey, David.1989. The Postmodern Condition: an Enquiry into the Origins of Cultural Change, Cambridge Mass.: Basil Blackwell.

-------------. 1991. “Flexibility: Threat or Opportunity.”, Socialist Review 21 (January-March): 65-78.

Jameson, Fredric. 1988. “Regarding Postmodernism- Conversation with  Friedric Jameson.” In Universal Abandon. Ed. Andrew Ross. Minneapolis: University of Minnesota Press, pp.3-30.

Laclau, Ernesto. 1988. “Politics and the Limits of Modernity.” In Universal Abandon Ed. Andrew Ross. . Minneapolis: University of Minnesota Press, pp.63-82.

Lyotard, Jean-François. 1984. The Postmodern Condition: A report on Knowledge. Minneapolis: University of Minnesota Press.

Mouffe, Chantal. 1988. “Radical Democracy: Modern or Postmodern.” . In Universal Abandon Ed. Andrew Ross. . Minneapolis: University of Minnesota Press, pp.31-45.

Rosenthal, Pam. 1991. “Jacked In: Fordism, Cyberpunk, Marxism.” Socialist Review 21 (January-March): 79-103.

Ross, Andrew, Ed. 1988. “Introduction.” In Universal Abandon . Minneapolis: University of Minnesota Press, pp.i-xi.

West, Cornel. 1988. “Interview with Cornel West” in Universal Abandon Ed. Andrew Ross. . Minneapolis: University of Minnesota Press, pp.269-86.