SINIRSIZ DEMOKRASİNİN TEHLİKELERİ

 

 

Friedrich A. Von Hayek

 

Çeviren: Engin Hepaksaz

 

 

I . TAHRİBATIN ÖZÜ

Bundan 30 yıl kadar önce bir çoğunun boş yere telaşlandığımı düşündükleri bir zamanda, kişisel özgürlük için açık bir tehdit unsuru oluşturan kollektivist eğilimleri anlatan bir kitap yazmıştım.[1] Bu korkuların şimdiye kadar gerçekleşmemiş olmasından dolayı memnunum, fakat bu durumun benim yanlışlığımı kanıtladığını düşünmüyorum. Öncelikle, birçoğunun beni yanlış anladığı gibi, hükümetin ekonomik alana müdahale etmesi durumunda bütün yolların totaliter bir sisteme doğru yol almasının kaçınılmaz olacağını iddia etmedim. Ben daha çok, kaba tabiriyle “prensiplerinizi ıslah etmezseniz, şeytana uymuş olacaksınız” sözüyle anlatılanın ne olduğunu tartışmaya çalışıyordum.

Savaş Sonrası Canlanma : “Büyük Zenginlik”

Savaştan bu yana  yaşanan gelişmeler, İngiltere’ de olduğu gibi Batı dünyasının geri kalan kısmında da benzerdi. Bu ülkelerde kollektivist doktrinlerin önerilerine karşı çok az bir yönelme söz konusu olmuştur. Aslında, savaştan sonraki ilk yirmi yıl içinde, en ateşli taraftarlarının umduğundan bile daha çok güçlü bir şekilde, serbest piyasa ekonomisinin yeniden canlanmasına  şahit olunmuştur. Bunun  gerçekleştirilmesinde  Harold Wincott gibi (bu makale ona ithaf edilmiştir) entelektüel alanda katkıda bulunanların yaptığı  çalışmalar  hoşuma gitmekle birlikte, entelektüel  tartışmaların başarabildiklerini büyütmüş değilim. Büyük olasılıkla bu canlanmanın  önemli göstergelerinden birisi, piyasa ekonomisine dayanarak Almanya’nın  elde ettiği deneyimlerle, hızla Avrupa’nın  en güçlü ekonomisi haline gelmesi ve bir dereceye kadar da uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasına  yönelik  pratik çabalardı (Örneğin GATT ve  bir ölçüde pratikte olmasa da tasarım olarak  EEC ile ilgili çalışmalar).

Sonuç, son 20-25 yılda ortaya çıkan büyük zenginlikti. Ancak korkarım ki, bu zenginlik gelecekte bizim tarafımızdan, tıpkı 1930’ların Büyük Depresyonu gibi olağanüstü bir olay şeklinde algılanacaktır. En azından benim için açık olarak görülüyor ki, 6 veya 8 yıl öncesine kadar bu zenginlik tamamen ekonomik sistemdeki spontan güçlerin serbestleştirilmesi ve son yıllarda olduğu gibi, enflasyonun olmaması yüzündendir. Bugün bunun sık sık unutuluyor olması sebebiyle, bu süre içerisinde  zenginliğin en çok yaşandığı Federal Almanya Cumhuriyeti’nde yıllık fiyat artışları ortalamasının  1966’ ya kadar % 2 ‘nin altında kaldığını size hatırlatmam gerekiyor. 

Zenginliğin korunması için bu ılımlı enflasyon oranının bile gerekli olmadığına inanıyorum ve gerçekten genişletici bir kredi  politikası ile onu daha fazla harekete geçirme girişiminde bulunmasaydık ve enflasyonsuz  bir ortamda  başardıklarımızla yetinseydik, devam eden zenginliğin korunması için bugün daha iyi bir şansa  sahip olabilirdik. Ancak böyle bir politika yerine,  içerisinde zenginliğin yani işleyen piyasanın ana dayanaklarını  yıkacak olan kontrollerin uygulanması gerekliliği savunulan bir durum yaratılmış durumda. Aslında enflasyonla savaşmak için gerek duyulan sözde tedbirler (sanki enflasyon bizim yarattığımız bir şey değil de, bize hücum eden bir şeymiş gibi) çok yakın gelecekte serbest ekonominin yıkılmasında bir tehdit unsuru oluşturacaktır.

Enflasyon: Özgürlük İçin Bir Tehdit

Daha önceki dönemlerle kıyaslandığında, piyasa ekonomisinin uygulandığı dönemde   batı dünyasında hızla yükselen bir yaşam standardına ulaşılmıştır. İşte böyle bir dönemden sonra, izleyen birkaç yıllık dönemde bile  bu yaşam standardının  devamı şansı oldukça zayıf görülmektedir. Bu durum karşımıza bir çelişkili olarak çıkmaktadır. Şu anda olduğu gibi  işleyen bir piyasa ekonomisinin korunma şansı hakkında aslında hiçbir zaman kötümser olmadım (Ve dolayısıyla bu, serbest bir politik düzenin korunma olasılığının da varlığı anlamına  geliyor). Şu anda serbest girişimler açısından tehdit, benim 30 yıl önce üzerinde durduğumdan farklı bir kaynaktan gelmekle birlikte, bu tehdit o zamankinden bile daha şiddetli yaşanmaktadır.

Benim için şurası muhakkak ki, sistematik bir şekilde sürdürülen gelirler politikası, fiyat  mekanizmasından uzaklaşıldığının ve merkezi yönlü ekonominin uzun bir süre önce, piyasa ekonomisinin yerini aldığının bir göstergesidir. Bu alanda hala önüne geçebileceğimiz veya hala yerine getirme şansımızın olduğu yöntemleri burada tartışamam. Onu şu anda enflasyonla savaş açısından (ve niçin baskı altında tutulmuş bir enflasyonun açık bir enflasyondan bile daha kötü olduğunu açıklamak açısından) tüm ekonominin temel bir görevi olarak telakki etmekle birlikte bu konuyu başka bir zamana bırakıyorum. Gördüğüm kadarıyla enflasyon, başka sebeplerle varlığını sürdüren piyasa ekonomisinin yıkım sürecini sadece hızlandırmıştır. Ayrıca  merkezi yönetimli bir ekonominin, ekonomik, politik ve moral sonuçlarının artık iyice anlaşılması sebebiyle, daha sağlam ve dayanıklı bir temelde bir piyasa ekonomisini nasıl yeniden kurabileceğimizi düşünmek zorunda olduğumuz anın iyice yaklaşmasına sebebiyet vermiştir.

II. SINIRSIZ HÜKÜMETİN TEHLİKESİ

     Bir süredir, planlanmış  bir sistem uygulayarak piyasa ekonomisini değiştirmek isteyen şeyin, ne sadece farklı türdeki kollektivistlerin  kasti girişimleri, ne de piyasa  ekonomisini yıkmak için bir tehdit unsuru oluşturan  yeni para politikalarının sonuçları olmadığına ikna olmuş bulunmaktayım. Batı dünyasında egemen olan politik kurumlar zorunlu olarak bu yönde bir  sürüklenmeye sebebiyet vermektedirler. Bu yöndeki sürüklenme ancak, bu kurumların değişimi ile önlenebilir veya durdurulabilir.  Otuz  yıl önce demokrasi ve kapitalizm arasında uzlaşmaz bir çatışma olduğunu ileri süren[2] Joseph Schumpeter ile geç de olsa aynı fikirdeyim. Fakat halk çoğunluğunun bir piyasa ekonomisini korumayı istemesine rağmen, ekonomik yaşamda devlet kontrolünün gittikçe artmasına yol açan ve günümüzde demokrasinin tek mümkün biçimleri gibi görülen demokratik organizasyonların belirli türlerinin, bu anlamıyla  demokrasi olmadığını ve dolayısıyla bunu  hariç tuttuğumu belirtiyorum.

Çoğunluk Kuralı ve Özel Çıkarlar

     Günümüzde genel olarak bir  demokraside çoğunluğun  güçlerinin   sınırsız  olması gerektiği ve sınırsız güçlere sahip bir hükümetin de, çoğunluğun devamlı desteğini garantilemek için, sınırsız güçlerini özel çıkar gruplarının hizmetinde kullanmaya (ticari gruplar, belli bir bölgede yaşayanlar v.s. gibi) zorlanacağının doğal olduğu  düşünülmektedir. Bir toplumda halkın çoğunluğunun piyasa  düzeninin yanında ve hükümet görüşünün karşısında olduğu, fakat, normalde gerçekleşecek olanın ise grupların çoğunun kendi yararlarına olacak bir ayrıcalığı istemeleri olduğunu  düşünecek olursak, bunu en açık bir şekilde müşahade edebiliriz. Bu şartlar altında güç elde etmek ve onu korumak isteyen bir siyasi partinin, belli grupların desteğini satın almak için onun güçlerini kullanmaktan  başka hemen hemen hiçbir seçeneği olmayacaktır. İktidardaki parti, bir takım özel avantajlar sözüyle belirli grupların desteğini satın almazsa, bir çoğunluk elde edemeyeceği için böyle yapacaktır. Yoksa, çoğunluk müdahaleci olduğu için değil. Uygulamada bu da demek oluyor ki, tüm vatandaşların toplumsal çıkarlarına kendini tamamen adamış olan bir devlet adamı bile, sürekli olarak bir takım özel çıkarları yerine getirmek zorunda kalacaktır. Çünkü,  ancak bu şekilde, kendisi için gerçekten önemli olanı elde etmede ihtiyaç duyduğu çoğunluk desteğini elinde tutabilecektir.

     Bu  yüzden kötülüğün kökü, modern demokrasilerde yasama organının sınırsız gücüdür, ki bu güç, bir çok üyesinin arzu etmeyebileceği bir şekilde, çoğunluğun sürekli olarak kullanmaya  zorlanacağı bir güçtür. Çoğunluk iradesi dediğimiz şey, bu nedenle,  varolan kurumların ve özellikle de bağımsız yasama organının  sınırsız gücünün bir sonucu olarak ortaya çıkmakta olup, onlar politik sürecin mekanizmaları aracılığıyla, bir çok çoğunluk üyesinin gerçekten de istemediği şeyleri yapmaya zorlanacaklardır. Çünkü  onların  gücünün şekli bir sınırı  bulunmamaktadır

     Genellikle, temsili yasama organının bu sınırsız gücünün, demokrasinin gerekli bir özelliği olduğuna inanılmaktadır. Çünkü, temsili meclisin iradesi ancak onun üzerine başka bir irade getirilerek sınırlandırılabilecektir. Hukuk  felsefesinin şu anki en etkili teorisi olan yasal pozitivizm, yasama organının bu bağımsızlığını, özellikle mantıksal bir gereklilik olarak göstermektedir. Fakat bu, hiçbir suretle temsili hükümetin klasik kuramcılarının görüşü değildi. John Locke, özgür bir devlette, yasama organının  gücünün bile belli bir ölçüde sınırlı olması gerektiğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. (Yani kanunlar, kesinlikle tüm vatandaşlara eşit şekilde uygulanabilir genel adil davranış kuralları doğrultusunda  yapılmalıdır). Dolayısıyla tüm zorlamaların da, genel hukuk kuralları sadece bu doğrultuda uygulandığında (genel adil davranış kuralları doğrultusunda) yasal olacağı, liberalizmin temel prensibi haline gelmiştir. Locke, güçler ayrılığı ve Whiggizm’in  daha sonraki teorisyenleri, zorlayıcı uygulamalarının haklılığını herkese eşit derecede uygulanabilir genel adil davranış  kurallarına dayandırmış ve kanunların da buradan doğduğu fikrinden uzaklaşmamışlardır.

Kanun  Nedir?

     Yasama üzerinde tek ve yeterli bir sınırlama oluşturan genel kurallara yasama organının bağlı kalması ve böylece de  tüm gücün sınırlandırılması gerekliliğini savunan  bu daha eski liberal yaklaşım, son yüzyıl içerisinde yavaş yavaş ve neredeyse hissettirmeden, tamamen farklı ama kendi içerisinde tutarlı görüşle, çoğunluk onayını da alarak değiştirilmiştir. Ve bu daha eski görüş sadece unutulmakla kalmamış, artık anlaşılmaz hale bile gelmiştir. Bu güç bir kez çoğunluğun eline geçtiği için, yasama kuvvetinin herhangi bir şekilde sınırlandırılmasının gereksiz olduğu düşünülüyordu. Çünkü, onun tarafından onaylanmak yeterli bir adalet testi gibi görülüyordu. Uygulamada bu çoğunluk görüşü, genellikle, prensipler üzerinde gerçek bir anlaşmadan çok, bir pazarlığın sonucundan fazlasını temsil etmez.  Demokratik devletin önlemesi beklenen  keyfiyet kavramı bile onun içeriğini değiştirmiştir. Öyle ki, yasama organının  karşısında artık herkese eşit şekilde uygulanabilen genel kurallar değil, çoğunluğun azınlığa keyfi davranışı hiçe sayılarak (sanki bir çoğunluk bir azınlığa keyfi davranmıyormuş gibi) bir emrin çoğunluk tarafından onaylanması vardı.

III. TEMEL PRENSİP

     Günümüzde, genel adil davranış kurallarının uygulanmasındaki tüm baskıların sınırlandırılmasının, klasik liberalizmin temel prensibi ya da kelimenin tam anlamıyla söylersem, özgürlüğün tanımı olduğu çok az anlaşılmıştır. Bu, geniş olarak güçler ayrılığı, hukuk kuralları veya hukuk devleti gibi fikirlere tek başına açık bir anlam veren ve onun temelini oluşturan maddi veya materyalist hukuk görüşünün (tamamen şekli olanından ayrı olarak), klasik yazarların çoğu tarafından nadiren açıkça ifade edildiği, fakat sadece üstü kapalı olarak kabul edildiği gerçeğinin bir sonucudur. 17. ve 18. yy’ lardaki yazılarında “kanun” ile ne demek istediklerini açıkça söyledikleri çok az metin vardır. Bununla birlikte, “kanun” teriminin bir çok kullanımı, yeterince yetki verilmiş temsili birimin her türlü irade açıklamaları anlamında değil, sadece genel adil davranış kuralları  anlamında düşünüldüğünde bir anlam ifade etmektedir.

Çoğunluğun Baskıcı Yönetimi

     Daha önceki kanun anlayışı sınırlı bir şekilde  varlığını sürdürse de, elbetteki  artık genel anlamında anlaşılmamaktadır ve sonuçta da artık yasama üzerinde etkili bir sınır olma fonksiyonu sona ermektedir. Güçler ayrılığının teorik temelinde yasama organı, otoritesini, genel kurallara olan bağlılığından almakta olduğundan ve kendisinden sadece genel kuralları uygulaması beklendiğinden, şu anda bu teorik temelden uzak olmamız sebebiyle bir yasama organının emredebileceği ve böylelikle ‘kanun’ olduğunu iddia edeceği şeyler üzerinde bir sınır olmayacağını söyleyebiliriz. Bu şekilde, bir kere yasama organının gücünün bir üst irade tarafından değil de,  bazı genel prensipler ile sınırlandırılması beklendiği için, her durumda onun gücünün hiçbir  sınırlaması olmayacaktır.  İşte bu yüzden, yöneten çoğunluğun dayandığı,  organize çıkarlar koalisyonunun neden geniş ölçüde bir istenmeyen gruba karşı ayrım yapmaması gerektiğinin bir sebebi olmayacaktır. Bugün için zenginlik, eğitim, gelenek, din, dil yada ırk farklılıkları,  sosyal adalet veya kamusal gerekliliğin prensipleriymiş gibi gösterilmekte ve bunun bahanesiyle de  farklı muamelenin sebebi  olabilmektedirler. Bir kere böyle bir ayrımcılık yasal olarak  da kabul edildiğinde, liberal geleneğin en önemli unsuru olan bireysel özgürlüğün bütün güvencesi de yok edilmiş olacaktır. Çoğunluk kararlarının belirttiği şey genel bir kural olmayıp, belli bir kesim üzerinde etkili olmayı amaçlıyor olduğunda bile, çoğunluğun tüm kararlarının adil olacağı varsayılırsa, bu durumda bir adalet anlayışının çoğunluğun isteklerini sınırlayacağına inanmak çok fazla şey ummak olur.  Sonuçta bir grupta kısa bir süre sonra, grup ne isterse onun adil olacağına inanılmaya başlanır.  Demokrasi kuramcıları yüz yıldan fazla bir süredir, çoğunluğun her isteğinin adil olduğunu öğretmekteler. Bu sebeple, çoğunluk, artık karar verdikleri şeyin adil olup olmadığını sormasa bile, bu duruma şaşırmamalıyız. Yasal pozitivizm, kanunun adalete bağımlı olmadığı, fakat adil olan şeyi  belirlediği şeklindeki yaklaşımı ile bu gelişime güçlü bir şekilde katkıda bulunmuştur.

 ‘Sosyal  Adalet’ Serabı

     Maalesef, yasama organlarına, genel kurallara bağlı kalma gerekliliğinin özünde getirdiği sınırlamaları kabul ettirmede başarısız olmakla kalmadık. Onlara, aynı zamanda,  sadece bu şekilde sınırlandırılmadıkları ve  belirli  kişi ve grupların çıkarlarının korunmasında  ayrımcılık yaparken baskıyı kullanmakta serbest oldukları zaman yapabilecekleri görevler yükledik. Onların da, sosyal yada dağıtıcı adalet olarak lanse ettikleri isim adı altında, sürekli olarak yapmak istedikleri budur. Bu kavram geniş ölçüde bireysel faaliyetteki adaletin yerini almıştır. Sosyal adalet kavramı, sosyal üretimde bireylerin payının belirlenmesinde bireylerin değil, ‘toplumun’ adil bir tercih olarak kabul edilmesini gerektirmektedir. Aynı şekilde bu kavram sosyal üretim sonucunda, adil olacağı düşünülen belirli bir dağıtımın gerçekleştirilmesi için devletin, bireyleri yapmak zorunda oldukları şeyler konusunda yönlendirmesinin gerekli olduğunu ifade etmektedir.

     Aslında,  bir piyasa ekonomisinde, sosyal yada dağıtıcı adalet düşüncesi tamamen boş ve anlamsızdır. Çünkü piyasa ekonomisinde hiç bir kişi yada grup, kimin ne alacağına karar vermemekte ve  bireysel paylaşım her zaman için kimsenin daha önceden öngöremeyeceği birçok şarta bağlı bulunmaktadır. Bu sebepten dolayı, bu anlamda neyin adil olduğu konusunda hiçbir zaman bir uzlaşma olmayacaktır. Merkezi yönetimli bir ekonomide bile, bu kavramın kesin bir anlamı olduğundan  yada öyle bir sistemde insanların hangi dağıtımın adil olduğu konusunda uzlaşacaklarından emin değilim. Fakat şundan eminim ki, bireysel özgürlüğün hukuki güvencelerini mahvetmekte hiçbir şey, bu sosyal adalet serabını gerçekleştirme çabaları kadar etkili olmamıştır. Aslında bu konferansın konusunun yeterli bir şekilde ele alındığını söylemek için, hemen hemen herkesin belirli bir anlamı olduğuna inandığı gibi görülen, fakat üzerinde biraz daha düşündükçe böyle bir anlamdan tamamen yoksun olduğu ortaya çıkan bu sosyal adalet idealinin detaylı bir analizini yapmamız gerekirdi.  Fakat bu konferansın asıl konusu bu değil, tekrar fırsatını yakaladığımızda, bizi totaliter bir düzene doğru sürükleyen siyasal sistemlerde varolan o eğilimleri durdurmak için ne yapmamız gerektiğidir.

Ortak  İsteklerin Uyumu

     Bu ana probleme geçmeden önce, yaygın bir yanlış anlamayı düzeltsem iyi olur. Devletin  tüm zorlayıcı eyleminin, genel adil davranış kurallarının uygulanmasıyla sınırlı olması gerektiğini savunan liberal geleneğin temel kuralı, zora başvurmaya gerek bırakmadan (gerekli finansman ihtiyacı hariç) devletin diğer birçok hizmetleri yerine getirmesine  engel teşkil etmez. 19. yy’da, devlete karşı derin ve pek de haksız sayılmayan  bir güvensizliğin, liberallerin, devleti daha da sınırlamak istemelerine sebep olduğu doğrudur. Fakat elbette o zaman bile,  sadece vergilendirme gücüne sahip olan  bir devlet kurumunun yerine getirebileceği bir takım ortak isteklerin varlığı kabul ediliyordu. Artan zenginlik ve artan nüfus yoğunluğunun, devletin karşılayabileceği ve karşılamak zorunda olduğu ortak ihtiyaçların sayısını arttırdığını inkar edecek en son kişi benim. Söz konusu devlet hizmetleri ancak;

     İlk olarak, devletin tekelci bir piyasa amaçlamadığı ve yeni hizmet yöntemlerinin piyasa içerisinde engellenmediği,

     İkinci olarak, gelirlerin, değişmez  kurallarla konulan vergilerle arttırıldığı ve vergilerin gelirin yeniden dağılımı için bir araç olarak kullanılmadığı; ve,

     Üçüncü olarak da, karşılanması istenenler sadece belli grupların değil tamamen toplumun ortak istekleri olduğu  sürece, liberal kurallarla bağdaşabilir.

     Her ortak istek yerine getirilmeyi hak etmez: Küçük ayakkabı imalatçılarının,  fabrikaların rekabetine karşı korunma istekleri de  bu küçük ayakkabı  imalatçılarının ortak isteğidir, ama liberal ekonomik sistem içerisinde yerine getirilebilecek bir istek değildir.

     19. yy liberalizmi, bu hizmetleri genelde, merkezi idare yerine yerel idarelere emanet etme faaliyetine girişmiştir. Bunda ise yerel otoriteler arasındaki rekabet ile kendi  alanlarını daha iyi kontrol edebilecekleri umudu yatmaktadır.  Bu prensibin ne dereceye kadar bırakılması gerektiğine karar veremiyor ve onu, rasyonalitesi artık anlaşılmayan geleneksel liberal öğretinin yalnızca bir başka parçası olarak belirtiyorum.

     Devlet faaliyetleri üzerindeki bu kontrolleri açıklığa kavuşturmak için bu noktalar üzerinde düşünmek zorunda kaldım. Konferansın kalan bölümlerinde sadece bu kontroller üzerinde etkili olan zorlayıcı güçleri anlatmak ile meşgul olacağım. Yoksa bugün için devletten beklenen gerekli hizmetleri vatandaşlara anlatmak ile değil.

     Umarım, şimdiye kadar söylediklerim, özgür bir toplumu tekrar kurmak ve korumak istiyorsak, yerine getirmek zorunda olacağımız görevin, ilk etapta zihinsel bir görev olduğunu açıklamaya yetmiştir: Yerine getirmemiz gereken ön koşul, sadece büyük ölçüde kaybetmiş olduğumuz görüşleri yeniden kazanmak  ve onların çoğunluk tarafından yeniden anlaşılmasını sağlamak değil, aynı zamanda, liberal anayasacılık teorisinin sağlamayı amaçladığı teminatların tekrardan yavaş yavaş aşınmasını önleyecek yeni kurumsal  teminatlar tasarlamaktır.

IV. GÜÇLER AYRILIĞI

     Liberal anayasacılık teorisyenlerinin bireysel özgürlüğü garanti etmek ve keyfiliği önlemek için güvendikleri araç, güçler ayrılığıydı. Eğer ki yasama organı sadece, herkese eşit derecede uygulanabilir genel kurallar  koysa ve yürütme organı da  zorlamayı sadece bu genel kurallara uymayı sağlamak için kullanabilse, kişisel özgürlük aslında korunmuş olurdu. Fakat bunun için yasama organının bu tip genel kurallar koymakla sınırlı kalması ön koşuldur. Fakat parlamentoyu, bu anlamda kanun yapmakla sınırlandırmak yerine, sadece ilan ettiği her şeyi “kanun” olarak adlandırarak, ona  sınırsız güç vermiş olduk. Artık yasama organı kanun yapan bir birim değil; bir kanun, yasama organı tarafından karar verilen herhangi bir şeydir.

     Bu durumun oluşmasında, “kanun” kelimesinin eski anlamını yitirmesi ve hükümetin idare ve kontrolünü yasama organının eline vererek hükümeti demokratik kılmak arzusu sebep olmuştur. Bu durum sonuçta tüm özel eylem türlerinin emrettiklerinin ve dolayısıyla kanun olarak adlandırılan emirlerin yerine getirilmesi için sürekli olarak istenilir hale gelmiştir. Güçler ayrılığı teorisi yasama organını sınırlandırmak üzere bu kanunları tasarladığı için, kanun olarak adlandırılan emirler, gerçek anlamdaki bu kanunlardan tamamen ayrılmaktadır.

 ‘Hukukçunun Hukuku’ kavramı

     Yeni kurumlar tasarlama ve kurma görevi, zor ve hemen hemen umutsuz gibi gözükse de, artık belirli bir ismine bile sahip olmadığımız, kaybolmuş bir görüşü canlandırma ve çoğunluk tarafından bir kez daha anlaşılır hale getirme görevi belki de daha zor gibi görünüyor. Bu durumda bu, şu anda hukuk felsefesinde hakim olan zıt öğretiye karşı yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Bu anlamdaki kanun yapma yani yasama görevinin, yürütme görevinden gerçek anlamda ayrılmasını sağlayacak kurumsal düzenlemelere geçmeden önce, kanunların başlıca özelliklerini, terimin bu dar anlamı içinde, kısaca belirtmeye çalışacağım.

     Bunun iyi bir yolu, yargıç yapımı hukukun temel aldığı ilginç özellikleri hesaba katmaktır. Yasama organlarının genel olarak sadece yargıç yapımı hukuku örnek almak için çabalaması ölçüsünde, bu özellikler de artık yasama organlarının tasarımı haline geleceklerdir. Bu kanun anlayışının, tamamen nizam hukukuna  bağlı ülkelerde çok az anlaşılmış olmasına karşın, örf ve adet hukukuna  dayalı ülkelerde çok daha uzun süredir korunması umulmadık bir durum değildir.

     Bu hukuk özünde, adalet mahkemeleri  tarafından uygulanan ve uygulanabilir olan ve devlet birimlerini de özel şahıslar gibi gören, eskiden ‘hukukçunun hukuku’ diye bilinen hukuktan oluşmaktadır. Yargıç yapımı bu hukuk, uyuşmazlıkların çözüme kavuşturulması için ortaya çıktığından, sadece kişilerin birbiriyle olan ilişkileriyle ilgilenir ve bireyin diğerlerini etkilemeyen davranışlarını kontrol etmez. Her bireyin, diğer bireyler tarafından müdahalesinin yasaklandığı, korunan alanını tanımlar. Amaç, merkezi emirlerle değil de kendi girişimleriyle faaliyette bulunan, diğer bir ifadeyle sahip olduğu bilgi temelinde kendi amaçlarının peşinde koşan insanlar arasındaki uyuşmazlıkları önlemektir.

     Bu kurallar böylece, hiç kimsenin daha önceden tahmin edemeyeceği durumlarda uygulanabilmeli ve bu yüzden de gelecekle ilgili maksimum sayıda olayı kapsama amacına yönelik olmalıdır. Genel fakat çok da fazla kullanışlı olmayan bir şekilde tanımlanan bu çerçeve, sadece belli seçilmiş kişiler, gruplar, yerler, zamanların v.s. değil, belli birçok faktörün de içinde yer aldığı bütün durumlara aynı tarzda uygulanmak için tasarlandığı şeklindeki tanımıyla,  onun ‘soyut özelliklerinin ne olduğunu belirler. Bunlar, bireylere faaliyetlerinde belli görevler ya da amaçlar emretmezler, fakat her birinin amaçlarına ulaşma şansına sahip olabileceği planlarını karşılıklı olarak gerçekleştirmelerini onlar için mümkün kılmayı amaçlarlar. Tabi ki, bu amaçları elde etmek için çizilecek bireysel alanların sınırları,  özellikle yaşam, özgürlük ve mülkiyeti güvence altına alacak olan, mülkiyet, sözleşme, haksız fiil ve ceza hukukları tarafından belirlenecektir.

Zorlamanın  Sınırları

     Sorumluluğu sadece, dar anlamıyla hukuk kuralları olarak adlandırdığım bu tip adil davranış kurallarına uymak olacak olan bir birey, yasal olarak hiç kimsenin emirlerine maruz kalmadığı ve bilinen sınırlar dahilinde davranışlarının sebep ve sonuçlarını kendisi belirleyebildiği için özgür olacaktır. Fakat herkesin bu manada özgür olduğu bir yerde, her birey, kimsenin kontrol etmediği ve her biri için sonucunun geniş ölçüde önceden tahmin edilemediği bir sürece itilmiş olur. İşte bu yüzden özgürlük ve risk birbirinden ayrılmaz durumdadır. Her bireyin milli gelirden alacağı payın büyüklüğünün, kimsenin bilmediği bir çok duruma dayanacak olmasının adil olacağı iddia edilemez. Fakat bu, ‘paylaşımın adil olmaması’ olarak da tanımlanamaz. Eğer  bu paylaşımların haksız fiillerden etkilenmelerini engelleyebilirsek, bundan memnun olmalıyız. Özgür bir toplumda herkes için talihsizliklere  karşı bazı önlemleri piyasa dışından sağlayarak, hiç kimsenin düşmesine gerek kalmayacak sağlam bir zemini elbetteki oluşturabiliriz. Aslında piyasanın sağlıklı bir şekilde işleyebileceği yapıyı geliştirmek  için  yapabileceğimiz çok daha fazla şey var. Fakat böyle bir toplumda gelir dağılımını, bir takım sosyal  ve dağıtıcı adalet standartlarına ve  piyasa düzenini bozması muhtemel girişimlere. uyduramayız

     Fakat, bireysel özgürlüğü muhafaza etmek için, zorlamayı sadece genel adil davranış kurallarının uygulanmasıyla sınırlı tutmak zorundaysak, bu durumda yasama organının belli grupların belli çıkarlarını korumak için kullandığı  baskıyı nasıl engelleyebileceğiz. Özellikle de, yasama organı ve yöneten çoğunluk, sadece bazı gruplara bazı özel çıkarların sağlanması için oluşturulmuş aynı organize çıkar hattında yer alıyorlarsa? Gerçek şudur ki, güçler ayrılığı teorisi zımnen kanunların genel adil davranış kuralları doğrultusunda çıkarılması gerektiğini varsaymasına rağmen,. sözüm ona yasama organları hiçbir zaman bu dar anlamda kanun çıkarmakla sınırlandırılmamışlardır. Ve, sadece yasamanın değil yürütmeye ilişkin faaliyetlerin de  temsili çoğunluğun elinde olması gerektiği kabul edildiği için, yürütme faaliyeti de  yasama organlarının  temel görevi haline gelmiştir. Bu, sadece genel adil davranış kuralları  anlamında kanunlar ile özel emirler anlamındaki kanunlar arasındaki ayrımı tamamen ortadan kaldırma etkisi yapmamıştır. Bu, aynı zamanda yasama organının organizasyon yapısını,  klasik anlamda kanun  çıkarmaya çok da uygun olmayan fakat tüm parti siyasetinin üzerinde olan etkin bir hükümet için gerekli olacak olan bir şekilde etkilemiştir.

Belirli  Çıkarlara Hizmet Etmeye Zorlanan Temsili Hükümet

     Şu anda, hem eski anlamdaki yasama faaliyeti, hem de  yürütmenin demokratik bir biçimde idare edilmesini istemekte haklı olduğumuza inanıyorum. Fakat bana öyle geliyor ki, bu iki farklı görevi aynı temsili meclise emanet etmek, muhtemelen tarihsel olarak kaçınılmaz da olsa, ölümcül bir hata olacaktır. Bu, yasama ve yürütme arasındaki ayrımı ve dolayısıyla da  hukuk kuralları ve hukuk devleti prensiplerinin yerine getirilmesini uygulamada imkansız kılar. Bu, yürütmenin her türlü eyleminin, temsili meclisin onayını almasını güvence altına alabilirse de, vatandaşları keyfi bir baskıya karşı korumaz. Aslında, etkili bir yürütmenin gereğine uygun  şekilde organize olmuş ve değiştiremeyeceği  bir takım genel kanunlarla sınırlandırılmamış bir temsili meclis, güçlerini belirli çıkar taleplerini yerine getirmek için kullanmaya mecbur bırakılmaktadır.

     Temsili hükümet ve güçler ayrılığının klasik kuramcılarından ekseriyetinin parti sistemini sevmemesi ve parti siyaseti konusunda yasama organı üzerindeki görüş ayrılıklarını engelleyebildiklerini düşünmeleri tesadüfi bir durum değildir. Onlar, yasama  organının dar manada kanun yapmakla (kanunların adil davranış kuralları doğrultusunda yapılması) ilgili olduklarını zihinlerinde tasarladıkları  için bu şekilde bir düşünceye sahip olmuşlar ve belirli çıkarlardan bağımsız ortak toplumsal bir düşünce olan  adil davranış kuralları ile orada yaşanabileceğine inanmışlardır. Fakat, demokratik bir hükümetin parti olarak adlandırdığımız örgütlü bir temsili kurumun desteğine ihtiyaç duyacağı inkar edilemez. Bu partiler, belirli bir faaliyet programına sahip, alternatif yürütme sunan ve benzer şekilde örgütlenen muhalefet gruplarıdır.

Ayrı Yasama Meclisi

     Bu zor durumun açık çözümü, farklı görevlerde iki ayrı temsili meclisin olması gibi gözükmektedir. Bunlardan biri  gerçek anlamda bir yasama birimi, diğeri de yürütme  işleri ile ilgili olanıdır (Örneğin dar anlamıyla kanun çıkarma faaliyeti dışındaki her şey). En azından böyle bir sistemin İngiltere’de gelişebilmesi akıl almaz bir durum değildir. Yani, Avam Kamarası para uygulamaları üzerindeki özel güçle, yürütmenin en etkili kontrol mekanizması olurken , Lordlar Kamarası’nın, yüce adalet mahkemesi sıfatıyla, dar anlamıyla kanunun gelişiminde  tek doğru merci olması durumunda. Fakat böyle bir gelişim elbette ki, Lordlar Kamarası geniş bir kitleyi değil sadece bir sınıfı temsil ettiği sürece mümkün görünmüyordu.

     Bununla birlikte üzerinde iyice düşündüğümüzde, bir temsili meclis yerine, aynı prensiplerle seçilen ve organize olan ve bu yüzden de aynı kompozisyona sahip olacak olan  iki tane temsili meclise sahip olmakla çok az bir kazanç elde edeceğimizi fark ederiz. Onlar, modern parlamentoların kararları üzerinde etkili olan aynı koşullar tarafından yönlendirilecek  ve gizli anlaşmalarla, belki de  iktidardaki hükümetin yapmak  istediği her şey için aynı çeşit  yetkiyi vereceklerdir. Yasama meclisinin (yürütmeden ayrılmış şekilde), genel adil davranış kurallarının dar anlamında kanun çıkarırken, anayasa tarafından sınırlandırılmış olduğunu ve bu sınırlamanın anayasa mahkemesinin kontrolü ile etkili hale getirildiğini farz etsek bile, yasama meclisi, bugünün parlamentolarında yöneten çoğunluğu kendi lehlerine zorlayan belli grupların taleplerini yerine getirme zorunluluğunda olduğu  sürece muhtemelen  çok az şey başarılabilecektir.

Belirli Çıkarlar ve Daimi  Kurallar

     Hükümet meclisleri için, bugünün parlamentolarındakine benzer bir yapıyı (yani organizasyon ve işleyiş yöntemleri kanun çıkarmaktan ziyade yürütmenin gerekleri doğrultusunda şekillendirilmiş olan bir yapıyı) istememiz gerekliyken, yasama meclisi için çok daha farklı bir şeye ihtiyaç olacaktır. Belli grupların belirli ihtiyaçlarıyla ilgilenen değil, fakat toplumsal faaliyetleri düzenlemesi gereken genel ve sürekli  kurallarla  ilgilenen bir meclis istemeliyiz. Bu meclisin üyeleri ve kararları, belli grupları ve onların belli isteklerini değil, fakat hangi davranışın adil, hangisinin adil olmadığını belirleyen genel görüşü yansıtmalıdır. Böyle bir meclisin çıkaracağı kuralların uzun süre geçerli olabilmesi için, adil olan ve olmayan davranışları belirleyen genel görüşü “temsil etmesi” veya bundan bir çeşit “kesit” oluşturması  gerekmektedir. Üyelerinin ise  belli çıkarların sözcüleri  olmaması veya yürütmeyle ilgili  herhangi bir spesifik konuda  nüfusun belli bir bölümünün “irade”sini yansıtmamalıdır. Bu kişiler, günlük iş yaşantılarında sergiledikleri kişisel özelliklerinden dolayı güvenilen ve saygı duyulan bayan ve erkekler olmalı ve belli seçmen gruplarının onayına dayalı olmamalıdırlar. Ve bir idareci topluluğu bir arada tutmak için gerekli olan parti disiplininin tamamen dışında olmalı fakat, yürütmenin güçlerini sınırlayan kuralları belirleyen birim içinde açık bir şekilde istenmeyen olmalıdır.

Yasama Meclisine Üyelik

     Eğer ki;  İlk olarak, üyeleri uzun süreliğine seçilirse;  ikinci olarak, süre sonunda tekrar seçilmeleri mümkün olmazsa; ve üçüncü olarak, seçmenlerin zamanla değişen görüşlerine göre birimin sürekli yenilenmesini sağlamak için, üyelerin hepsi aynı zamanda seçilmeyip  sabit bir sayıda üye, her yıl görev süreleri doldukça yer değiştirilirse yada bir başka deyişle mesela, on beş yıllığına seçildilerse, her yıl sayılarının on beşte biri değiştirilse,  böyle bir yasama meclisine sahip olabiliriz.  Her seçimde temsilcilerin sadece belli bir yaş grubundan ve yine belli bir yaş grubu tarafından seçilmesini sağlamak bence uygun gibi görünmektedir. Böylelikle her vatandaş, hayatında sadece bir kez, mesela 40. yaşında, kendi yaş gurubundan seçilen bir temsilci için, oy kullanacaktır.

     Sonuç, kırk ve elli beşli yaşlar arasında, günlük yaşamlarında yeteneklerini kanıtlama imkanına sahip olduktan sonra seçilmiş kişilerden oluşan bir meclis olacaktır (Aynı dönemde diğer parlamentolardakinden biraz daha aşağı bir yaş ortalaması). Muhtemelen  hükümet meclisinde ya da diğer politik ya da parti organizasyonlarında daha önce görev yapmış olanları kapsam dışı bırakmak arzulanabilir. Diğer taraftan, seçilecek meclis  üyelerine emekliliklerinden sonraki dönemler için  asil, ücretli ve emekliliğe uygun bir görev (profesyonel yargıçlık veya buna benzer bir görev) verilmesi gerekli görülebilir.

     Yaş grupları itibariyle ve bireylerin günlük yaşamlarında kendilerini kanıtlamış oldukları bir yaşta yapılan seçimin avantajı şu olacaktır; Genelde kişinin yaşıtları onun karakterinin ve yeteneğinin en iyi yargıçlarıdır. Ve her seçimde adayların nispeten küçük gruplar içerisinden  katılımı çok daha uygun olacaktır. Çünkü bu adaylar, oy veren tarafından kişisel olarak tanınan ve kişisel sayınlıklarına göre oy alıp seçilecek olan kişiler olacaktır. Özellikle yaş grupları itibariyle kamusal faaliyetlerin görüşülüp tartışıldığı  klüpler oluşturarak bu toplumsal görevin yerine getirilmesi de uygun ve cesaretliliği hak eden bir davranış olacaktır.

V. YASAMANIN AYRILMASININ AVANTAJLARI

Tüm bunların amacı, elbette ki, hükümete boyun eğmeyen ve hükümetin o anki amaçlarını gerçekleştirmek için her istediği kanunları çıkarmayan, fakat  hükümetin zorlayıcı gücüne kalıcı sınırlar (Hükümetin faaliyet alanını belirleyen ve demokratik bir şekilde seçilmiş hükümet meclisinin bile aşamayacağı sınırlar)  getiren kanunları yapan bir yasama meclisi oluşturmaktır. Bu şekilde oluşturulan bir yasama meclisi, hükümetin  organizasyonunun, hükümetin yetkisindeki alanlardan elde edilecek yararların kullanımının ve hükümet tarafından verilecek hizmetlerin niteliğinin belirlenmesinde tamamen bağımsız olurken, vatandaşlar üzerinde kendi varlığından kaynaklanan hiçbir zorlayıcı güç olmayacaktır. Bu tip güçler sadece, yasama meclisi tarafından emredilen adil davranış  kurallarının uygulanmasını sağlamaya yönelik olacaktır (Hükümet tarafından sunulan hizmetlerin finansmanının vergi gelirleriyle karşılanmasında kullanılacak güç dahil olmak üzere). Bu sınırların hükümet ve hükümet meclisi tarafından her hangi bir şekilde aşılmasına karşın, yasama ve hükümet birimleri arasındaki olası bir anlaşmazlık halinde yetkili olacak bir anayasa mahkemesi için açık bir üst yargı yolu olacaktır.

Böyle bir düzenlemenin arzulanabilir başka bir etkisi de, yasama organının kendi olağan görevi için yeterli zamanının olacak olmasıdır. Bu önemlidir, çünkü modern çağlarda yasama organları, genel hukuk kuralları tarafından idare edilebilecek olan konuların düzenlemesini, sık sık idari emirlere ve hatta idari takdir hakkına bırakmaktadırlar. Çünkü onlar, hükümet işleriyle o kadar meşgul olmaktadırlar ki, gerçek anlamda kanunların çıkarılmasında ne zamanları ne de ilgileri bulunmaktadır. Bu ayrıca, uzun süre hizmet eden bir temsilcinin sahip olabileceği, uzmanlık bilgisi gerektiren bir görevdir. Fakat bu, bir sonraki seçimden önce seçmenlerine vaat edecekleriyle uğraşıp duran  sözüm ona yoğun bir politikacının sahip olamayacağı bir görevdir. Kanunun şekillenmesinde temel belirleyici birim olma özelliğini büyük ölçüde kaybetmesi, fakat bu görevi giderek artan bir şekilde bürokrasiye devretmesi, temsilci meclise sınırsız güç vermenin garip bir sonucudur.

Fakat bu ütopyanın detaylarını daha da ileriye götürerek sizleri sabırsızlandırmamalıyım. Bununla birlikte yürütme biriminden yasama meclisinin gerçek anlamda ayrılmasının olanaklılığını düşünmeye imkan veren, büyüleyici ve eğitici bir keşif bulduğumu itiraf etmeliyim. Böyle söyledikten sonra, tahmin edilebilir bir gelecekte bunun gerçekleştirilemeyeceğine inandığımı itiraf edersem, haklı olarak böyle bir ütopik yapının amacının ne olabileceğini soracaksınız. David Hume’un “The Idea of a Perfect Commonwealth” adlı makalesindeki sözleriyle yanıt verebilirim: ‘Toplum için büyük bir rahatsızlığa yol açmayacak şekilde böyle yumuşak bir değişiklik ve yenilik ile mümkün olduğu ölçüde devletin, gerçek şekil ve yapısını en mükemmel bir şekilde değiştirebileceğimiz alternatifin ne olduğunu kavramak her durumda yararlı olacaktır.”

 

KAYNAK  Hayek’in tercüme edilen makalesinin orijinal başlığı ve referans bilgileri şu şekildedir: Friedrich A. Von Hayek, “Economic Freedom And Representative Government”, Instıtute of Economic Affairs (IEA), 1973 , pp.6-22. Bu çeviri daha önce şu kitap içerisinde yayınlanmıştır: C C Aktan, Demokrasi, Demarşi ve Poliarşi Ankara: Çİzgi Kitabevi, 2005.
 

[1] The Road to Serfdom, Routledge, 1944.

[2] Capitalism, Socialism and Democracy, Allen & Unwin , 1943 (Unwin University Books, No.28, 3rd edn., 1950.